MENÜ
İzmir 11°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Düşünüyorum, öyleyse yaparım...
7 Mart 2018 Çarşamba 00:00

Düşünüyorum, öyleyse yaparım...

Hanzade Ünuz, Torlak Çiftliği işletmecisi ve “Doğma Yavrum Dünya Çok Kalabalık” adlı öykü kitabının yazarı Armağan Portakal ile konuştu...

O Ferrarisi’ni satarak başlamadı yeni hayatına.

Önce müdür apoletini söktü elleriyle.

İstanbul’da çıkardı beyaz yakasını.

İçinde bulunduğu akvaryumdan çıktı.

Serbest çalışan oldu.

Serbest gezen, serbest fotoğraf çeken, serbest yazan...

Armağan Portakal...

Hayallerini planlayabilen kadın.

Gerçekçi, çalışkan ve disiplinli.

Köşeli ama romantik...

Gururlu ama  şefkatli...

Geleneksel ama özgür...

Armağan Portakal “Başka bir hayat mümkün” dedi.

Eşi gazeteci Fatih Portakal ile birlikte Seferihisar’da bir zeytinlik satın aldı.

Torlak Çiftliği’ni kurdu.

Doğayla buluştu.

Toprakla tanıştı, şimdi topraktan üretiyor ve kazanıyor.

Armağan Portakal şehirden kaçıp toprağa kavuşmayı hayal edenlerin rüyalarını gerçekleştirdi.

Torlak Çiftliği’ni, huzurun adresini.

Lafı kıvırmayı sevmiyor, net.

Ertelemeyenlerden.

Tertip, düzen derdi var.

Hedeflerine tık tık tık diye gitmeyi seviyor.

İşini iyi yapma hırsı var.

Alınteri ve emeğe inanıyor.

Çok yönlü bir kadın Armağan Portakal.

Eli dursa gözü, gözü dursa beyni durmuyor.

Bugüne dek gördüklerini, hissettiklerini, heybesinde biriktirdiklerini yazdı bu kez de...

İlk öykü kitabı yayınlandı...

“Doğma Yavrum Dünya Çok Kalabalık” Doğan Kitapevi’nden çıktı ve ikinci baskıya hazırlanıyor.

Hayatta  “Düşünüyorum, öyleyse yaparım” diyerek yol alan Armağan Portakal, içini huzurla dolduran yeni kitabının tadını çıkarırken yeni projelere göz kırpıyor.

ADI ARMAĞAN…

Ben ailemin üçüncü ve son kız çocuğuyum. Ama çok kız çocuğu gibi de büyümedim, bizim çocukluğumuzun şansıydı  arsalarda oynadık, ağaçlara çıktık. Salihli’de sokakta oynarken dizlerimiz parçalandı, inşaatlarda oynardık korkusuzca, sıkıntılı değildi. Yalnızlığı severdim, ille mıç mıç çok kalabalıklar olsun istemezdim. Kafama uyan ne ise öyle şeyler yapmayı severdim. Evcilik oynardım, legom vardı oynardım, ip atlamalar, sek sekler, saklambaç, istop hepsini oynadık. Babamla pazara giderdim, bir elimde kocaman tava yoğurdu bir elimde pazar çantası eve gelirdim. Ben doğduğumda kan uyuşmazlığı nedeniyle ölmek üzereyken kanım değişmiş. Yine olmamış tekrar kan aranmış, bulundu bulunamadı derken hastanenin aşçıbaşısının kanı uymuş, Arnavut bir adam. Arnavut inadın oradan gelir der annem. Böylelikle hayatta kalmışım, hayatta kalınca da bu çocuk bize bir hediye diye düşünerek adımı Armağan koymuşlar. Direnip yaşamak istemişim, yapacaklarım varmış demek ki… (gülüyor)

AKVARYUMDA PIRPIRLI BALIK OLMAK

Mimar ya da arkeolog olmak istiyordum, antik kentleri hala çok severim. Üniversite için Salihli’den İzmir’e geldim, mimarlığa puanım yetmedi. Çevre mühendisliği o zamanlar pek bilinmiyordu ama ben çok severek okudum. Mezun olduğumda çevre mühendisliği yapmama kararı aldım, o yıllarda çevre mühendisleri sadece devlet kurumlarında çalışıyordu.  Ben de politikanın olduğu yerde olmak istemedim. İş hayatı seni koşmaya zorlayan bir şey, gözlerine at gözlüğü takar ve koşmanı  ister. Ben iş hayatından istifa edip çıkışımı bir akvaryumun içindeymişiz, omzumuzda pırpırlar ile çok güzel balıklarmışız diye benzetim. Burnun cama çarpa çarpa kendi o akvaryumun içinde bir şey sanıyorsun. Rütbelerin falan var. Ben oradan bir çıktım gördüm ki, su halbuki çok bulanıkmış. Cama çarpıyorsun ama kendini bir şey sanıyorsun, bir kartvizitin var. Ben de böyle sanıyordum, çünkü sen de orada koşuyorsun. Akvaryumdan çıkınca bir baktım, sen küçücük bir balıksın ama tertemiz bir okyanus var karşında. Hiçbir sıfatın yok, omzunda pırpır yok, ismin yok. Ama öte yandan iş hayatında öğrendiklerim olmasaydı şimdi çok zorlanırdım.

GERÇEKLER TATLIDIR

Ben söz ağızdan çıktı mı yapılsın isterim. O nedenle ben bu kuşağın gençleriyle çalışırken zorlanıyorum.  Bizim için astımıza, üstümüze söz verirsek yapılır prensibi vardı, biz böyle bir terbiyeyle büyüdük. Yeni nesil, “Bu iş çok zor kusura bakmayın, bunu yapamam” diyebiliyor. Aramızda kuşak farkı doğuyor. Aslında ben köşeliyimdir, yakınlarım bilir. Ben netimdir, bana kıvırmadan, çevirmeden bir şey söylenmesi lazım. Kötü de olabilir, iyi de olabilir. Gerçekler tatlıdır netice itibarıyla. Net ol zaman kaybetmeyelim, tık tık tık başka bir yolda ilerleyelim. Ben hep söylerim, umutsuzluğa düşecek bir şey yok derim. Düşeceğiz, kalkacağız. Tekrar düşeceğiz, tekrar kalkacağız. Ama sen “Hayır ben oturayım” diyorsan, o da bir seçenek. 

YORULDUM DİYENDEN HAZ ETMEM

Ne yapıyorsun, “Ay işte koşturmaca, çocuğumun okul aile birliği toplantısı var” filan. Bu zaten normal hayatın içinde var, beden zaten yorulmak için dünyaya gelmiş. Köşede oturmak için dünyaya gelmedik ki. Yorulacağız zaten. Yoruldum diyenden haz etmem, annem de böyledir.  Annem 77 yaşında, yoruldum demeyi hiç sevmez. Biz öyle bir kadının çocuklarıyız, benim iki ablam var üçümüz de artık köşemizde oturabiliriz, lay lay lom dolaşabiliriz ama hala canla başla çalışıyoruz. Bu sadece bir seçim, biz bedenen yorulmayı seven bir annenin çocuklarıyız. Babam da öyleydi, banka müdürüydü çalışkan bir insandı. O yüzden bize de böyle bir gen geçmesi normal. Babamla ahbaplığım çok iyiydi ama sadece 16 yıl yaşayabildim çünkü ben 16 yaşımdayken babam vefat etti. Biz üç kız çocuktuk, babam bir günden bir güne “Bana bir bardak su getirin” bile dememiştir. O yüzden ben büyüyene kadar hep kadınlar, kız çocukları hep değerlidir sandım.

EDALI MIYIM?

Annemin bana taktığı lakaplar vardır, bir tanesi kraliçe, biri vinç diğeri de tezgahtar. Anne hangisiyim ben diyorum, üçü de birbirinden çok farklı. Vinç, bir şeyi söyledin mi kaldırıp kopartan, sürüncemeye bırakmayan tık tık tık halleden durumum için. Tezgahtar çünkü Sığacık’ta annemle gezerken restoran ilanı görmüştüm, “Tezgahtar aranıyor” diye. “Ben buraya başvuracağım” demiştim, o nedenle tezgahtar. Kraliçe, ailenin kraliçesiyim diye belki. Edalı mıyım neyim… (gülüyor). Ben çocukken çok misafirliğe götürülmezdik, diyelim ki gittik. Ben ev sahibi beni o masaya çağırmadan pastanın başına üşüşmezdim, hala sevmem onu, üşüşmem. Tamah ediyor gibi gelir, beklerim bana davet gelir ondan sonra gelirim.

FATİH İLE GÖRÜCÜ USULÜ EVLENDİK

Evet, Fatih beni zor kandırdı… (gülüyor). Benim aklımda evlenmek hiç yoktu, yaş 27 ben çalışıyorum işimde  hırslıyım. Yükseleceğim diye hayallerim var, öyle evlenmenin e’si aklımda yok. Ve görücü usulüne inanıyorum. Çünkü ailelerin birbirine denk gelmesi gerektiğini düşünüyorum, evlendiğinde sadece iki insan evlenmiyor aileler de evleniyor. O yüzden olursa öyle bir şey düşünüyorum. Aile dostları araya girer, birilerinin aklındasındır. Çok klasik bir çizgi tabii ki. Annem ve kayınvalidemin bir ortak dostları “Feriha Hanım’ın küçük kızı var” diye bahsetmiş benden ama beni tanımadan. Ben Feriha Hanım’ın küçük kızıyım, konsept o. Telefon açtılar sordular, olabilir dedim. Fatih hiç tanımadığım bir insan, ilk telefon konuşmamızda kıkır kıkır güldüm. Fatih’in öyle bir sempatisi vardı, sonra telefonda bana “Tipin nasıl” dedi. İçimden “Allah, en sevmediğim konu” dedim. Ben de attım, 80 kiloyum sarışınım, kırmızı topuklu giymeyi çok severim diye anlattım. Bir sessizlik oldu telefonda (gülüyor), arada tanıdık var ayıp olmasın diye Fatih beni buluşmaya davet etti, ben de kabul ettim.

KIRMIZI GÜL KRİZİ

Tam Türk filmi, akşam saat sekizde buluşacağız. Yarım saat görüşürüz diye düşünmüş Fatih, biz 3.5 saat kadar sohbet ettik. Eve geldim Asuman ablama “Çok iyi bir insana benziyor ama olmayacak” dedim. Telefonda herkes kendi yoluna gitsin demem, yüz yüze söylerim diye düşündüm. Olumsuz fikrimi söylemek için buluştuk çok beğendim.  Bir daha buluştuk beğenmedim, bir daha buluştuk beğendim derken…  

Yılbaşında çiçekçi eve bir tek  gül getirdi. Ben alıp gülü fırlattım kendini ne sanıyor, özel bir insan mı sanıyor bana niye gül gönderiyor diye. O gül iki gün dolabın üstünde kaldı, teşekkür telefonu bile açmadım. Ben çok klasik buldum, plastik kutu içinde bir tane gül. Eve kırmızı gül geliyor, kendini neden özel sanıyor ki dedim.  Araya Ramazan Bayramı tatili girdi ve ben Fatih’i çok özledim. Olsa böyle söylerdi, şöyle gülerdi diye… Derken biz Fatih ile dokuz ay içinde evlendik.  İyi ki beni kandırmış, 20 yılı geride bıraktık.

HABERCİ EŞİ OLMAK…

Bir haberciyle evlenmek çok zor bir şey. Haberci var, bir de haberci eşi olmak diye bir şey var. Hayatını doldurmak zorundasın, kendi ayaklarının üstünde durmak zorundasın. Çünkü o habercinin ne zaman, nereye ve ne kadar süreyle gideceği  hiç belli olmaz. Tık bir yere gider ve kaç gün orada kalacağı bilinmez. Arkasından kargo ile eşyalarını gönderdiğimi bilirim, 45 gün gelmediğini bilirim. Neredesin, ne zaman geliyorsun diye bir kadın olursan hayatı ikinize de zehir edersin. Biz birbirimizi hiç kösteklemedik, Fatih çok medeni bir insandır, gerçekten çok özel bir insandır. Ben babamla güzel bir kız çocuğuydum ama eşimle de güzel bir kadın oldum. Fatih çok yol açar, destek olur, farklıdır. Bizim arkamızda sadece alın teri ve emek var. Gerçekten çok çalıştık, çok koşturduk. Özellikle İstanbul’a gitme kararı aldıktan sonra bazen birbirimizi görmeden çalıştık. İkimiz de çok yoğunduk, hep tırnakladık çalışmadan bir şey olmuyor.

PARA HIRSIMIZ YOK

Hırs… Evet yok edici bir hırsımız yok, çok büyük ve her şeyi ele geçirme hırsımız da yok. Bir iş yapıyorsak alnımızın akıyla çıkalım, bu işi eksik yaptı demesinler duygusu var. Fatih akşam başımı yastığa koyarken huzurlu muyum diye bakar. Yoksa büyük hırslarımız olsaydı ben büyük ajanslar kurardım, onu da onu da derdim. Torlak Çiftliği’nde her şeyi el emeği üzerine kurmazdım.  Seri üretim yapardım, hayır biz her şeyi elle yapıyoruz. Evet hırs ama yaptığımız işi iyi yapalım, temiz yapalım diye. Önce kendi içimize sinsin istiyoruz. Para hırsı yok ben öyle söyleyeyim. İyi olma hırsı var, iyi iş parayı arkasından getiriyor. Para kazanalım diye yola çıksak çok farklı şeyler yapardık, boyutlar çok değişirdi. Bu çiftliği kurarken de önce sağlıklı yaşayalım, sağlıklı beslenelim diye düşündük. Tencere boyutu başladık, yine tencere ama şimdi daha büyük bir tenceredeyiz. Biz her şeye dokunarak yapıyoruz, her şey el emeği. Bizde el değmeden değil, her şey el değerek üretiliyor. Siyah zeytinlerin tatlanması 4 ay oldu, her gün yuvarlandı çevrildi. Kargoyla insanların eline ulaştı, “Böyle bir zeytin yemedik” diyorlar. Bu da bize yetiyor.

TORLAK ÇİFTLİĞİ’NDE HAYAT

Biz İzmir’de iken  iki yıl da Sığacık’ta yaşadık Fatih ile ve o dönemde bir balık restoranı açalım diyorduk. Sonra restoranı 50 yaşında da açarız diye düşündük, İstanbul’a gitmeye karar verdik. O sırada Kanal D’dan Fatih’e teklif geldi. Ben İstanbul’da freelance çalışmaya başladım, kendime bir iş kurdum. Derken hayatıma fotoğrafı, gezileri, rüzgar sörfü ve blog yazarlığını soktum ve hayatımda bambaşka bir pencere açıldı. Seferihisar’da bir arsa aldık, zeytin ve mandalina ağaçları vardı. Burası küsmesin, bir yazlık ev olmasın üretsin dedik ve çiftlik fikri doğdu. Zeytin ağaçları diktik, Torlak Çiftliği süreci öyle başladı. Torlak da genç, acemi ama güçlü ve kuvvetli demek. Dedem annemi torlağım diye severmiş, bizi de anlatıyor. Gelmişiz 50 yaşına çiftçi olmaya çalışıyoruz ama kendimize de güveniyoruz, bize de uyuyor. Çok enteresan Seferihisar’da bulunduğumuz bölgenin adı da Torlak bölgesi olarak geçiyormuş, bizim hiç bilgimiz yoktu.

ANNE LEZZETLERİ

Çiftçi olmadım, olmaya çalışıyorum. Zeytinin rutin ama aksatılmaması gereken bakımı var. Sabah kalktığımda bahçede ortak ahşap bir alanımız var atölye çalışmaları yaptığımız, oraya inerim. Bilgisayarım her şeyim oradadır, bütün işlerimi orada yaparım. Orada yemek yeriz, orada fikir geliştirir, güleriz, kızarız. Hayat diyorum ben adına, üretim alanı da yakın. Seferihisar’ın mandalinası çok meşhur, ben reçelini yapayım gibi hedefim yok. Çocukluğumuzun tadlarını yakalamaktı niyetim. Annemiz, anneannemiz, onun annesi güneşte reçel pişirirdi, biz o reçeli yapmak istiyoruz. İki çeşit, maksimum üç çeşit reçel hazırlıyoruz çünkü bizim ihtiyacımız olan güneş Temmuz ve Ağustos’ta var. Biz o güneşli döneme  iki reçel, bir salça sığdırabiliyoruz. Benim paslanmaz çelik merakım var, her şey eşit, üzerlerine özel boneler diktirdim. İmalat seti bakınca jilet gibi görünsün hoşumuza gidiyor. Sadece birkaç yüz kavanoz yapabiliyoruz, internetten sipariş alıyoruz önce davranan alıyor. Yapım aşamasındaki süreci instagramdan  izlenebiliyor. Vişne reçeli yapmak için 3.5 saat yol gidiyorum, dağda bir köyden alıyorum. Çilek için Emiralem’e gidiyoruz, toplasan 12 farklı ürünümüz var. En iyi neyi biliyorsak onu yapıyoruz. Bizim üretimlerimizde hamarat el Nurdan ablamındır, annem 77 yaşında 60 yıldır reçel yapıyor, o da annesinden öğrenmiş ben bu bilgiye güvenmeyeceğim de neye güveneceğim? Bizim içimize bu şekilde siniyor. Küçük bir aile işi yapıyoruz ve bu bizim tercihimiz.

ATÖLYE ÇALIŞMALARI

Biz normalde ziyarete kapalı bir çiftliğiz. Pazar kahvaltısı türü şeyler bizde yok, çünkü bizim evimiz o çiftlik yaşam alanımız. Ama boş aylarımız da oluyor, zihin ve beden üretiminin olduğu atölye çalışmaları yapalım istedim. 2017 yılında başladık atölye çalışmalarına. Atölyelerimizi  az katılımcıyla ve rezervasyonlu yapıyoruz,  otel gibi 20 kişi doldurursan otel gibi bir anlamı yok. Ege soframız çok beğeniliyor, keyifli geçiyor. Benan Bilek ile Yaşam Elekleri Atölyesi biraz farklı, onu 2018 yılı boyunca yapacağız. Benan elekleri 14 yıldır yapıyor, kimseye öğretmediğini biliyorum teklif etmemiştim. Kendiliğinden söyleyince keyiften eridim aktım. Çok keyifli geçiyor, insanların içinde ne yaratıcılıklar varmış o ortaya çıkıyor. Gelen katılımcıların yaptığı eleklerden oluşan bir sergi de açacağız Aralık ayında geliri tamamen Türgök yararına olacak.

BIRAK VE YENİSİNİ TUT

Ben tutmayı değil, bırakmayı severim. Biz genelde tutmaya koşullanırız ama bırakmadan yeni bir şeyi tutamazsın. Bunu bırakacaksın ki yeni bir şey tut. Biz sahip olduklarımızı tutmaya koşulluyuz, hayır bırak ve yenisini tut. Ben öyle mi yapsaydım demeyi sevmem. “Nasıl, yaparım, yapamam” yap, en azından yapamadım dersin. Böyle ilerlersin, bende kararsızlık yoktur. Kararsız kalmaktan çok sıkılırım çünkü, karar verirsin yürürsün. Bence karar vermek kararsız kalmaktan çok daha basit. Ya duvara toslarsın, ya yolun açıktır. Duvara toslarsan geri dönersin. İzmir iş hayatı açısından “Bakarız, hallederiz” diye bakar. Üç ay geçer,  bir toplantı yapalım denir. İzmir’deki  hayat böyle geçer, iş yerinde delegasyon da yoktur. İzmir’deki genel müdür yarı tanrı gibidir.

İstanbul’a gittiğimde genel müdüründen, filan elemana kadar herkesin işi tanımlı, herkesin yetkisi sorumluluğu var, gittiğinde tık tık tık karar veriyor. Ben nasıl şaşırıyordum, tık tık tık karar veriyor ve biliyor ki o an karar vermezse rakibi karar verecek. İstanbul çok hızlı, hep koşman lazım. Durduğun an üstünden silindir gibi geçer ama koştukça da sana elini uzatan bir şehir. İstanbul’un bize kattıklarını asla yok sayamam. İzmir’de bu kadar koşsan İzmir sana bir şey vermez, İstanbul  tecrübeye değer veriyor. İzmir daha rahat, burası başka bir kafa, daha medeni bir kafa. İzmir’de huzur var, İzmir’de hayat değerli bakarsan belki bu daha güzel bir şey. İstanbul’da deli gibi koşmak zorundasın, ikisi arasında çok fark var.

HER ŞEYİN BİR ZAMANI VAR

Neden yazı, yazarlık? Çok basit çünkü söz uçar yazı kalır. Benim derdim şu, ben öldükten sonra yıllar sonra benden çok uzaklarda birisinin kütüphanesinden benim kitabım düşecek. İşte bu, ben bunu istiyorum. Anlatmak istediğim şeyler vardı, içimden çıktı. Ben kendimi hep şanslı görürüm, Ege’de böyle bir ailem var. Benim bu kitap sonrası işte şu röportajı yapayım, şurada bir fotoğraf çekeyim gibi derdim varken, doğudaki kadının yaşam derdi var. Öldürülecek mi, öldürülmeyecek mi, tecavüze uğrayacak mı? O yüzden ben kendimi çok şanslı görüyorum, en güzel yerde en güzel ailede dünyaya gelmişim diyorum.  Dertlerimiz arasında dağlar kadar fark olması çok adaletsiz, ondan büyük ihtimalle sıkıntım. Bunu yazmak istedim belki ama aslına bakarsan büyük bir iş yapmadım. Gördüklerimi, ben de kalanları aktarmak istedim.  İnsan en kolay kendi hikayesini anlatıyor, bu kitabın içinde tamamen kurgu olan öyküler var. Benim yaşadıklarım var ama insan gerçekten kendi bildiğini yazıyor. Ben “Doğma Yavrum Dünya Çok Kalabalık” 2.5 yılda yazdım. Erbulak Evi’nde Ayşe Erbulak benim için çok önemlidir, 8 aylık bir kurstu. Kitapta orada yazdığım öyküler de var. Demek her şeyin bir zamanı var.

SİHİRLİ GÜN

Tavsiye Evi’nin kurucusu Renan benim arkadaşım, Canan Tan’ın kızı. Bana kahve içmeye geldiler annesiyle, öykülerden kitaplardan konuşuyoruz. Ben de yazdım, yayınevlerine göndereceğim dedim. Canan Tan, “Armağancım Doğan Kitap’a gönderdin mi” dedi. Benim daha birinci öykü kitabım, cesaret etmemiştim açıkçası. Ben o güne ‘sihirli gün’ diyorum, Canan Tan hemen Doğan Kitap’la iletişime geçti. Eğer arzu edersen kitabını bana yolla, bir bakayım sana vereceğim mail adresine yolla dedi. Ben canan Hanım’a mail attım, yaklaşık üç saat sonra Canan hanım aradı, “Çok güzel olmuş” dedi. Doğan Kitap’a Haziran’da  yolladım, Şubat’ta basıyoruz dediler. Toprağın verdiği sabır burada başlıyor, ben eski Armağan olsaydım bin kere mail yazardım. Ben o konuyu uyuttum nadasa bıraktım, Ocak’ta filizlendi editörle çalıştık Şubat’ta basıldı. Her şey çok güzel oldu. Geçen gün ikinci baskıya gireceklerini söylediler, çok heyecanlandım. Gerçekten içimde çok güzel bir huzur var, öyle bir şey ki neredeyse elle tutulur kıvamda bir huzur bu. Kocaman ve yoğun bir huzur var içimde, çok güzel hissediyorum.

DOĞMA YAVRUM…

Torlak Çiftliği’ndeki  hayat tamamen kişisel gelişimdir, insan egolarını törpülemene yardımcı olur. İnsan olarak şu şu tarihte olacak diye liste yapıyorsun, tabiat geliyor sana bir tokat atıyor. O o tarihte olmuyor, tabiatın istediği tarihte oluyor. Senin takviminle olmuyor, bu kitap da kendi ritminde gelişti. Bu kitapla Anadolu’yu da gezmek istiyorum, daha çok insana ulaşmak istiyorum. “Doğma Yavrum Dünya Çok Kalabalık” bittikten sonra artık benden çıktı, artık kendi başına yol alıyor. Neden doğma yavrum ? diyorum. Dünya 1960’a kadar 3 milyar nüfustayken, bugüne kadar iki katından fazla büyüdü. Bu kaynaklar hiç kimseye yetmez, nereye gitsek çok kalabalık. Bu kalabalıklar beni çok yoruyor. Bir yere gidiyoruz kuyruk, orada trafik, kahve içmeye gidiyorsun kalabalık, sinemaya gidiyorsun kalabalık. Her yer kalabalık, hep dip dibe, sürtünerek ben çok sıkılıyorum bundan. Çok fazlayız. O yüzden yetmiyor hiçbir şey, kitabın isminin hikayesi de böyle. Heybede başka hikayeler de var, aklımda bir kitap vardı geçen gün rüyamda ismini de gördüm. Ama şimdi ilk öykü kitabımın tadını çıkarmak istiyorum.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 Armağan
 8 Mart 2018 Perşembe 13:18
Sevgili Hanzade, çok teşekkür ederim. Ruhuna, inceliğine, emeğine sağlık
 Melike
 7 Mart 2018 Çarşamba 20:40
Çok güzel bir röportaj olmuş Armağan Hanımı tebrik ederim hayran oldum kendisine
 yüksel gemalmaz
 7 Mart 2018 Çarşamba 13:07
sevgili hanzade bu yazıyı nasıl büyük keyifle okudum anlatamam.zaten ailenin hayranıyım ama armağan hanımı hiç tanımıyordum..çook çok mutlu oldum..ilk işim kitabı almak olacak..sana binlerce teşekkür..
 Nesrin Öztüre
 7 Mart 2018 Çarşamba 12:17
Harika bir sohbet olmus Hanzadecgm. Sanki ayni masada ben de sizinle kahve ictim. Kutluyorum ikinizi de. Sevgiler
 Sema Gür
 7 Mart 2018 Çarşamba 12:09
Çok akıcı bir yazı olmuş oylesine goz gezdireyim diye başladım ama daldım icine.Armagan Hanım a hayran kaldım
Diğer Röportajlar
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz