MENÜ
İzmir 11°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Aynı yazıyı yazmamak için!
Neşe ÖNEN
YAZARLAR
3 Nisan 2017 Pazartesi

Aynı yazıyı yazmamak için!

Birazdan okuyacağınız yazı, yıllar önce yazıldı. 1970’li yıllara dair yaşadığım anılarıma dairdir. Ülkemin demokrasi mücadelesinden çok incecik bir kesit sunar. Bugünle kıyasladığınızda, aslında demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin savunulması ve terörle mücadale alanlarında belki biraz biçim değiştirmekle beraber, özde pek de fazla bir değişiklik kaydedemeyeceksiniz.

Anlatılanlar, 26 yıllık yani çeyrek asırlık bir dönemin hikayesidir. Benzer hikayeleri, 26 yıl sonrasının yazarları yine yazacak belki de… Oysa, aynı yazının yeniden yazılmaması için bir fırsat var elimizde; başkanlık ya da tek adam rejimine ‘’HAYIR’’ demek! Bu bizim elimizde… Çocuklarımız bizim yaşadıklarımızdan daha iyi ve güzel bir geleceği hak ediyor… Biz gülmedik, onlar gülsün…

Yetmişli yıllar. Benim Kelebek gazetesinin açtığı yarışmalarla ünlenen sinema yıldızlarına imrenip, bir gün hem şöhretli biri, hem de sol görüşlerine özenip, babam ve amcam gibi sıkı devrimciliğe heveslendiğim dönem.  

Televizyon evimize yeni girmişti. Bütün yayınlar siyah beyazdı. Yerli dizi diye bir kavram, ekran lügatında henüz yerini almamıştı. Bizim yerli dizilerimiz, siyah beyaz resimli cep fotoromanlarıydı. O zamanki yabancı fotoromanların, Türkçe çevirileri olarak yayımlanıyordu. Arkadaşlarla birbirimize ödünç verir, okurduk. Çoğumuz koleksiyonunu dahi yapardı. 

O yıllarda, üniversitede solcu bir öğrenci derneğinin başkanı olan amcamın, çoğunluğu yine sol görüşlü yayınlara ait kitaplardan oluşan büyük bir kütüphanesi vardı. Türkiye’nin her bir yanında, sağ ve sol görüşlü çeşitli kesimler arasında, yoğun silahlı çatışmalar yaşanıyordu. 141-142 gibi ceza kanunlarıyla insanlar, düşünce suçundan dolayı müebbet hapis cezasına hatta, idama çarptırılıyordu. Kitaplar tutuklamalara temel teşkil eden en büyük suç delilleri sayılıyordu. Bir çok evde, bu sebepten korkulan –evet korkulan- kitaplar sobalarda yakılarak, evlerin bahçesine gömülerek ya da başka yöntemlerle imha ediliyordu. 

Böyle bir ortamda amcamın ‘Devrim yapan üç adam, Marksisizm-Leninizm’ türünden kitapları evinde bulundurması önemli bir tehlike sayılırdı. Polislerin evlere baskında bulunup, ele geçirdiği kitapların ve tutulan notların içeriğine dayanarak yaptığı tutuklamların artık sıradan bir hale geldiği sırada, babam da amcam için ciddi endişeler içine girdi. Ancak, amcam kitaplarına kıyıp yakmaya bir türlü razı olamadığı için, onları amcamın evinden bizim eve taşımaya ve saklamaya karar verdi. Daha doğrusu apartman dairemize yakın bir yere. Kapıcı dairesindeki kömürlüğe. Kömürlüğün yarısına çuvallarla kitaplar, yarısına da kışın yakılmak üzere kömür yüklenmesiyle kitaplar kamufule edilmiş oldu. Böylece benim de bu tehlikeli kitaplarla haşır neşir olma serüvenim başladı…
  
Amcamın tehlikeli kitapları o zamana dek müptelası olduğum resimli cep fotoromanlarına hiç benzemiyordu. Beni, bu çoğu kalın ciltli kitaplara ilk çeken ‘Devrim, Sosyalizm, Marksizm’ gibi iri iri puntolarla yazılmış adları olmuştu. Zannediyordum ki amcamın okuduğu tüm kitapları okursam, sıkı bir devrimci olabilirim. Bu tehlikeli kitapları okudukça, cep fotoromanlarından çok daha farklı yeni bir dünya buldum. Mesela, Nazım Hikmet’le tanıştım. Romantik aşklar yerine, gerçekçi ve hayatın içinden hikayeler anlatan yerli ve yabancı yazarları keşfettim. Halkların kardeşliği ve eşitlik söylemi üzerine kurulu felsefi görüşleri öğrendim. Kapital, emperyalizm gibi bilmediğim terimleri anlamaya başladım. Maalesef, bu kitaplarla beraber hayat, her şeyin cep fotoromanlarındaki kadar saf ve masum olmadığını da sert tokatlarla yüzüme vurmaya başladı… 

Yetmişli yıllar hem zor, hem acı yıllardı. Oturduğumuz yer, İstanbul’un Fındıkzade semti ve civarı, Türkiye’nin en çok öğrenci çatışmalarının yaşandığı yurtların merkeziydi. Küçücük yaşımızda, ben ve kardeşim, bir çok silahlı öğrenci çatışmasına ve gencecik insanların gözümüzün önünde öldürülüşüne tanık olmuştuk. Cadde ya da sokakların kan gölüne bulanmış görüntüleri, bizim için günlük, kanıksanmış bir olaydı. 

Böyle bir insanlık trajedesinin ortasında, bacak bacak üstüne atıp cep fotoromanı okumaktan zevk almak mümkün değildi… Bir yanım cep fotoromanı okumayı özlemekle yanıp tutuşsa da bunu kendime tamamen yasaklamak zorunda kaldığım bir gün, nihayet gelip çattı! İlk çocukluk aşkım olan folklor hocamız henüz yirmi iki yaşında öldürüldüğünde aldım bu kararı. Onu tanıdığımda ilkokul öğrencisiydim. O benim çocuk dünyamın yakışıklı prensiydi. Amcamın en yakın devrimci arkadaşlarından biri! Babam bir akşam iş dönüşü eve gelip, “Kemal Hoca faşistlerce katledildi” yazılı buruşuk bir gazete parçasını titreyen elleriyle bana uzattığında, Kemal Hoca’mın hayata veda haberiyle birlikte, ben de cep fotoromanlarıma elveda dedim.

Artık, Kemal Hoca’mı öldüren katillerle de mücadele edebilmek için amcamın tehlikeli kitaplarını daha çok okumam ve öğrenmem gerektiğine dair iman tazeledim. Faşistlere; Kemal Hoca’mın, babamın, amcamın ve onlar gibi devrimcilerin iyi, güzel, barıştan ve özgürlükten yana insanlar olduklarını anlatmalıydım. Onlar öldürülmeyi hakedecek hiç bir şey yapmamışlardı. İstedikleri tek şey; daha hakça ve adilce bir düzenin kurulmasıydı. Bunun için adam öldürülür müydü!

Ders kitaplarımın bulunduğu kütüphanemin en alt rafına, amcamın tehlikeli kitaplarından bir kaçını baş ucu kitabım olarak yerleştirip, kendime günlük okuma planları hazırladım. Bu kadar sürede şu şu kitaplar bitirelecek şeklinde… Sanki kendimi, kısa bir süre sonra çıkıp gelecek ve adil bir düzenin hakim kılınacağı halk ihtilaline hazırlamak ister gibiydim!

İhtilal düşlediğimden daha kısa bir sürede çıkageldi. Ancak, bu Kemal Hoca’mın ümit etmiş olduğu, babamın, amcamın, ve diğer devrimcilerin beklediği türden değildi! On iki Eylül askeri darbesi olduğunda, on dört yaşımdaydım. Her ihtilal acı ve gözyaşını da beraberinde getirir. Bunu okuduğum kitaplardan biliyordum. Tarih bu yazgıyı bu sefer de değiştirmemişti. Kısa sürede, sokaklarda öldürülen gencecik insanların yerini, hapishanelerde işkenceyle öldürülen ya da idam edilen gençler  almaya başladı… İhtilal annelerin gözyaşlarını  tamamen silmeye değil, sanki bir süre daha akıtmaya gelmişti.

Çocukluktan genç kızlığa geçerken içimdeki çocuk da öldü… Önce amcamın tehlikeli kitapları yakıldı birer birer... Kömür sobamıza atılan her kitapla beraber umut ve hayallerim de kül oldu.  Darağacına gönderilenlerin boynuna geçirilen urgan düğümleriyle  biraz daha büyüdüm… Amcamın tehlikeli kitapları yakıldıktan sonra, tekrar resimli cep fotoromanları aramaya başladım. Onların yarattığı toz pembe hayal dünyalarına sığınmak, hayatı ve dayanılmaz gerçekleri kendime unutturmak istedim. Bulamadım… 

Meğer resimli cep fotoromanlarının devri çoktan bitmiş... Farkına varamamışım... Yeni bir nesil geliyor ve bu yeni nesille beraber siyah beyaz resimli cep fotoromanlarının yerini, artık renkli camda oynanan yerli ve yabancı diziler alıyordu. Benim için amcamın tehlikeli kitaplarının yeri doldurulamazdı. Ne var ki yapılacak bir şey de yoktu. Acılara katlanmaktan, yeni tehlikeli kitaplar yazmayı ve yazılmasını, Kemal Hocamı, amcamı ve diğerlerini bir gün anlatabilmeyi ummaktan başka…

Not: Sevgili Kemal Hocam, seni çok özlediğimi söylemeye gerek var mı… Elbet, bir gün kavuşacağız. O zamana kadar, bir gün ülkemde insanların okudukları ya da yazdıkları kitaplardan dolayı tutuklanma tehditi altında olmayacağı günlerin de gelecegine dair  içimdeki inanç hiç bitmeyecek. Tıpkı Nazım’ın dediği gibi; “güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz, motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süreceğiz”.

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 Zafer Dağlar
 4 Nisan 2017 Salı 02:19
Şu "güneşli günler" gelmek bilmedi bi' türlü... Geleceği de yok!.. Belli ki bu dünyadan gözümüz açık göçeceğiz.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz