MENÜ
İzmir 16°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Geleneksel mi? Modern mi?
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
20 Ekim 2018 Cumartesi

Geleneksel mi? Modern mi?

Şu güzelim memleketimizde mutfak alanında yazdığı okunur, söylediği dinlenir pek az kişiden biri olan meslek büyüğüm, değerli gazeteci Ahmet Örs ile geçen hafta Adana Lezzet Festivali’nde beraberdik. Uzun yıllar başkanlığını yaptığı Mutfak Dostları Derneği’nin desteklediği Adana’daki etkinliğe ilişkin düşüncelerimi bir önceki yazımda paylaşmış idim.

Şimdi de Ahmet Örs üstadımın “Geleneksel mi, Modern Mutfak mı” konuşmasından söz etmek istiyorum.  Örs,  bu sorunun kesin yanıtını merak edenlere baştan cevabı verdi: “Ne geleneksel ne de modern. Ancak mesele bu kadar basit değil”.

Şimdi bu konuşmadan notlar:

DEĞİŞİK YEMEK BULMANIN SEVİNCİ: Birbirinden kopya edilen yemeklerin farklı isimlerle restoranlarda servis edildiği günümüzde değişik bir yemek bulduğum zaman büyük mutluluk duyuyorum. Böyle bir mutluluğu yıllar önce Levent’te, Umami adlı bir kebapçıda yaşadım. Levent gibi şık bir semtte Japonca “Beşinci Tat” anlamına gelen Umami adını duyunca, burasının bir suşi lokantası olduğunu sanabilirsiniz. Ancak kebapları İstanbul kebapçılık dünyasında iyi bilinen Cumali Ustanın elinden çıkan, Adana tarzı ve gerçekten olması gerektiği gibiydi. Oldukça kapsamlı yemeğin sonunda tatlıyı es geçip kahve söylemeye kalktığımda, garson, “efendim, özel bir tatlımız var; Karakuş Tatlısı, bunu deneyin”, diye önerdi. Yüzümdeki kuşkulu ifadeyi fark etmiş olmalı, bu tatlının uydurma değil, Adana yöresinin çok eski bir spesiyalitesi olduğunu da ekledi.

Adana kebapçılarıyla 1950’lerin sonlarında teker teker açılmaya başlayan İstanbul’daki ilk örneklerinden itibaren tanışırım. Çeşitli kereler de Adana ve Güneydoğu bölgesine yemek ağırlıklı yolculuklar yaptım. Ne var ki, bugüne dek karakuş diye bir Adana tatlısından haberim olmamıştı ve hiç tatmamıştım.

KARAKUŞ TATLISI: Koyu renkli, çiğböreği anımsatan bir hamur tatlısı geldi önüme. Tattım; gerçekten nefisti. Basit, çok lezzetli bir halk tatlısı… Baklava gibi inceldikçe incelmiş, saray ortamında sanat eseri haline getirilmiş zarif bir tatlı değil, ayağı sağlam yere basan, görünümü biraz kaba olmakla birlikte ağza atıldığı andan itibaren insanı fetheden gerçek bir Anadolu tatlısı. Elde açılmış birkaç kat ince hamur, kaba dövülmüş ceviz ve biraz da tozşekerden ibaret. Ama ağızda gevrek… İnsanın içini bayıltacak gibi ağdalı değil. Cevizin zarif aroması tatlıya damgasını vurmuş. Kebapçının Adanalı ortağı küçüklüğünden bildiği bu tatlıyı gerçekten çok iyi yapan, ustanın ev hanımı annesine her gün evinde lokantanın ihtiyacı olduğu kadar tatlı yapmayı kabul ettirmişti.

Biraz daha sordum, soruşturdum, hatta iki tatlıcıda bulduğum aynı adda tatlıları denedim, ama nafile, kebapçıda yediklerimin eline su dökemiyorlardı. Basit bir tatlı gibi görünse de kıvamını tutturmanın ustalık işi olduğu anlaşılıyordu. Umami’nin sahipleri eli becerikli bazı genç çalışanlarını eli lezzetli Adanalı hanıma yardımcı olması ve işini hafifletmesi için göndermişler ama onların yaptığı tatlılar kesinlikle onunkilerin lezzet düzeyine ulaşamamıştı.

Karakuş, yitirmekte olduğumuz yöresel lezzetlerimize bir örnek. Ancak yapımı ne kadar zahmetli olursa olsun, onu sofralarında paylaşan aile bireylerini mutlu eden, kuşaklar boyu ortak anıların odağında yer alan bu gibi özelliklerimizi yaşatmalıyız. Annesinin, anneannesinin yaptığı Karakuş Tatlısını bana anlatanların nasıl gözleri parlıyorsa, onların çocukları da bir kuşak sonra aynı hoş duyguları bizlerden sonrakilere aktarmalılar, gelenekler kopmamalı. Zira aslında hoyrat bir tempoda akıp giden hayatı keyifli hale getiren bu gibi küçük hoşluklar…

Bir hususu itiraf etmeliyim; son 20 yıl öncesine dek bizler Türk mutfağı dendiğinde Saray’dan başlayıp üst düzey bürokratların ve tüccarların konaklarında zenginleşen İstanbul mutfağını anlıyorduk. İstanbul dışındaki, kimi yerlerde köyden köye bile farklılıklar gösteren o görkemli mutfak hazinelerinin pek farkında değildik. Hazineyi yaşatanlar da bizim bunu tanımamız için pek bir katkıda bulunmadılar, tersine, kapalı kapıların ardında kendileri ve yakınları için yaptıkları yemekleri neredeyse herkesten gizlediler.

Öte yanda modaların hızla değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Alıyor, hemen tüketiyoruz; tüketmeye başlarken gözümüz daha yeni ve farklı olanı arıyor. Bu hızlı tüketim için bizi yönlendiren reklamcılar, pazarlamacılar ordusu var. Onlar taktikler geliştiriyor, aklımızda fikrimizde olmayan şeylere ihtiyaç duymamızı sağlıyorlar. Tüketilen ürünlerde, sözgelimi modada durum böyleyken, bazı alanlarda en başarılı reklamcı, en usta pazarlamacı bile aciz kalabiliyor. Örneğin yemek zorla kabul ettirilemeyen böyle bir alan.

Türkiye gibi birçok kültürün kaynaştığı potada çok zengin ve köklü bir yemek kültürü var. Yüzlerce, hatta bir bölümü binlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılarak sofralarımıza ulaşıyor. Batı’ya gidip, o ülkelerin yemeklerini restoranlardan tanımaya alışkın kişilerin aynı yollardan, yani restoranları dolaşarak Türk mutfağını tanımaları çok zor. Çünkü bizim yöresel yemeklerimiz evlerde yaşar, yaşatılır. Yemek pişirme alışkanlığının yitirildiği evlerde ise maalesef zengin mutfak kültürümüzü tanımak, ondan mutluluk duymak olanağı kalmaz.

Eşlerimiz, annelerimiz, kızlarımız evlerimizde geleneksel yemeklerimizi yaşatadursun, profesyonel mutfaklarda yemeği aşçılar yapar. Aşçı, bugünün modern anlayışına göre bir sanatçıdır. Tıpkı bir ressam, heykeltıraş gibi malzemesini iyi tanır, bir üslubu vardır ve kendinden öncekileri kopya etmek yerine kendi eserlerini yaratır. Eserleri beğenilse de beğenilmese de, ancak bunu yaptığı takdirde sanatçı olur, ünlenir. Dünyada bu türden pek çok örnek var. Bunların milliyetleri müşterileri açısından önemli değil. Örneğin bir İsviçreli, bir Yunanlı aşçı gidip yerleştiği İngiltere’de, Almanya’da üne kavuşabilir. Oysa orada kendi ülkesinin yemeklerini aynen uyarlayarak şöhreti yakalaması neredeyse olanaksızdır. Sadece kendi konseptine uygun, kendi kreasyonu yemeklerle mesleğinde şöhret basamaklarını tırmanabilir.

MENGENLİ AŞÇILAR: Bizde Türk mutfağını şekillendiren, onu bir disiplin içine sokanların Mengenli aşçılar olması rastlantı sayılmamalı. Yoksul bir dağ kasabası olan Mengen’den ilk aşçıların 1603 yılında tahta çıkan Sultan I. Ahmet döneminde Topkapı Sarayı’nın mutfağında göreve başlayan ve yakın tarihlere kadar da profesyonel mutfaklarımızın büyük bölümünü yöneten Mengenliler bir ocaklı ruhu ve disiplini ile yemeklerimizin bozulup yozlaşmadan kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağladılar. Buna ister lonca disiplini deyin ister hemşeri dayanışması, Mengenli aşçılar sayesinde geleneksel saray yemekleri yüzyıllar boyu, ufak tefek gelişmelere rağmen değişmeden kaldı. Bunu Mengenli aşçılara borçluyuz.

FRANSIZ ŞEFLER NE YAPTILAR? Ancak öte yanda Fransa’da 16. yüzyıldan itibaren kral sarayı ve soylu malikanelerinin mutfağını yöneten şefler geleneksel mutfağı kendilerinden sonraki ustalara aynen aktarmak yerine daha farklı bir konsept uyguluyorlardı. Bu aşçılar bir sanatçı mantığı ile başka eserleri kopya etmek yerine kendi eserlerini yaratmak üzere mutfağa girmekteydiler. Onların buluşu olan soslar, teknikler sayesinde Fransız mutfağı Yeni ve Yakın Çağın referans mutfağı oldu, Dünya mutfaklarını da etkiledi. Aşçılık ve gastronomi okulları da bu mutfak anlayışına uygun biçimde müfredatlarını düzenlediler. Öyle ki modern aşçılık okulundan diploma ya da sertifika alan bir şef dünyanın herhangi bir ülkesinde mutfakta diğer personelle aynı mutfak dilini konuşabiliyor, aynı teknikleri kullanıyordu.

ALAYLI AŞÇILAR: Bizim alaylı aşçılarımız içinde mesleklerindeki gelişmeleri takip edenler bu mutfak kültürü farkından mutlu değillerdi. Büyük otellerde yabancı executiv şeflerle çalışan aşçılarımız onların beklentilerine cevap veremiyorlardı. Yurt dışında bir iş bulmaları da çok zordu. Bu arada mutfak teknolojisinde de büyük gelişmeler olmaktaydı; çok sayıda çağdaş ekipman çok sayıda kişi için profesyonel mutfaklarda kısa sürede en hijyenik biçimde yemek hazırlamayı mümkün kılıyor ama mutfağın baş aşçıları bu ekipmanın nasıl kullanılacağını öğrenmeye tenezzül etmediği gibi, ekibinden aşçılara da izin vermiyordu. Kuşkusuz kendi imkanlarıyla yurt dışında aşçılık ve gastronomi öğrenimi alan ya da erken yaşta yurt dışında bir şefin yanına kapağı atıp mesleği çıraklıktan başlayıp öğrenenler yok değildi.

Bugün gurur duyduğumuz Mehmet Gürs ve Almanya’nın Hamburg ve Münih’te Michelin yıldızlı restoranların sahibi Ali Güngörmüş bu kategoriden iki ünlü şefimiz.

AYDIN YILMAZ’A SAYGI:  Ülkemizin ilk aşçılık okulu Mengen Aşçılık Lisesi, yine Mengenli bir emekli aşçının, şef Aydın Yılmaz’ın kendi imkanlarıyla ve tek başına verdiği büyük uğraşlar sonunda, ancak 1983 yılında 30 öğrenciyle faaliyete girebildi. Bunu 1997 yılında İzzet Baysal Üniversitesi’ne bağlı Aşçılık Meslek Yüksek Okulu izledi. Artık okullu aşçıların dönemi başlıyordu. Birkaç yıl önce üşenmeden yüksek öğretim kurumlarının kontenjanlarını saymıştım; 1456 öğrenci gastronomi programlarına, 2642 genç de üniversitelerin aşçılık programlarına kabul edilecekti. Aşçılık dalında uzaktan eğitim veren yükseköğretim kurumları da var ve bunların da sayısı yabana atılmayacak düzeyde. 312 öğrenci ise yiyecek içecek işletmeciliği eğitimi için lisans programlarına alınıyordu. Bu yüksek öğrenim olanaklarının yanı sıra dünyadaki benzerleriyle rahatça boy ölçüşebilecek düzeyde, profesyonel mutfak elemanı yetiştirip onları çoğu uluslararası kabul gören sertifikalarla mezun eden özel kurslar da cabası. Sektörde yaşanan kriz dönemleri dışında kontenjanlar her yıl artırılıyor ve aşçılık artık yükselen meslekler arasında.

2000’li yıllara yaklaştığımızda alaylı ve okullu aşçılar arasındaki mutfak kültürü farkı onları iki cepheye böldü. Alaylılar tarihi avantajlarını, elde ettikleri aşçıbaşılık sıfatlarını korumaya çalışıyor, ömür boyu mutfaklarda adım adım yükselerek elde ettikleri güçlerini okulu yeni bitirmiş gencecik delikanlılar ve genç kızlara kaptırmamak için onlara mutfakta baskı yapıyor, yıldırmaya çalışıyor, hatta çoğu kez bunda başarılı da oluyorlardı.

YENİ TÜRK MUTFAĞINI BEN YARATIYORUM HAVASI: Batı’daki yaşıtları kendi restoranlarında ilk Michelin yıldızlarını alırken, bizim altyapısı yetersiz, iş deneyiminden yoksun genç aşçılarımız yeni göreve başladıkları mutfaklarda zor günler geçiriyordu. Bir yandan da yabancı meslektaşlarına özeniyor, kafalarında kocaman külahları, albenili aşçı önlükleriyle “Yeni Türk Mutfağını ben yaratıyorum” havasında yerli ve yabancı malzemeleri eklektik biçimde tabakta göze güzel görünecek şekilde yan yana getiriyorlardı. Ve buna da füzyon deniyordu. Henüz mesleklerinde ustalaşmayanların “ben yaptım oldu” tavrıyla ortaya koydukları bu yemekler damak tadı gelişmiş kişilere itici geldi. Yemek kültürüne aşina olmayanlar ise bir süre bu şeflere prim vermeye devam ettiler. Ama giderek onlar da pek keyif almadıkları bu tuhaf yemeklere niçin dünyanın parasını ödediklerini sorgulamaya başladılar. Bu erken yıldızlaşan genç şeflerden bir takımı silinip gitti, birkaçı ise geri adım atarak altyapılarını sağlamlaştırdı, bugün yavaş yavaş hak ettikleri mevkilere yükseliyorlar.

Anadolu mutfakları ise sadece İstanbul burjuvası için değil, yeme içme kültürüne gönül veren benim gibi ağzının tadını bilenler için bile bilinmeyen bir bölgeydi. Evlerde yaşatılan yöresel yemeklerimizi ancak gittiğimiz yörelerde davet edildiğimiz evlerde tanıyor, tanıdıkça burada gizli mutfak hazinelerine hayranlığımız artıyordu. Bu arada İstanbul’da Çiya Sofrası, Tire’de Kaplan Dağ Restoran’ın başını çektiği ilk yöresel restoranlar bugün turizmden payını almaya başlayan Kars, Van gibi Anadolu’nun uç bölgelerinde bile kimi yerel yönetimlerin desteğiyle, kimi girişimci hanımların güç birliği ile her geçen gün çoğalıyor. Hepsi gittikleri yerlerde özgün bir yemek yemeyi uman konukları memnun etmeye çalışıyorlar.

ŞEF MAX: Kariyerinin çıraklık ve kalfalık dönemlerinde Avrupa’nın en ünlü şeflerinin yanında yetişen ve meslek yaşamının büyük bölümünü ülkemizde geçirirken Türk mutfağından esinlenerek başyapıtlar ortaya koyan şef Maximillian Thomae’ye sormuştum: “Şef, bu kadar yıldır Türk mutfağıyla iç içe yaşadın, kendin de buna katkıda bulunmaya çalıştın. Bu karşılıklı etkileşimden çıkardığın en önemli ders ne oldu?” diye. “Türk mutfağına bir aşçının ne kadar müdahale edebileceğini, sınırın ne zaman aşıldığını öğrendim,” dedi.

İYİ YEMEĞİN SIRRI: İyi bir yemek ancak iyi ve özgün malzemelerle pişer. Bugün Anadolu’da şimdiye dek yörelerinin dışına çıkmamış bu tür ürünlerin envanter çalışmaları sürdürülür, üreticiler daha sağlıklı ve hijyenik yöntemlerle üretim yapmaya yönlendirilirken, kalitede ve üretimde sürekliliğin sağlanması için çeşitli sivil toplum örgütleri ve ticari kuruluşlar da çabalarını yoğunlaştırıyorlar. Ve hepsinden önemlisi sahibi olduğu lokantanın mutfağını da yöneten günümüzün idealist şefleri birbirleriyle düşmanca rekabete kalkışmadan ortak bir yeni mutfak kültürünü ortaya çıkarmaya çalışmaktalar.

ANADOLU HAZİNELERİ: Bizler önceleri sadece İstanbul mutfağını biliyorduk. Derken Anadolu’nun yerel hazinelerini keşfetmeye başlarken, bir yandan da Batılı zihniyette mutfak eğitimi almış genç şefler, o güne dek ülkemizde kendilerinden hiç istenmeyen, sadece yaratıcılık ürünü yemekler yapmak zorunda kaldılar. İlkin bilinen klasik yemekleri, üzerinde acımasızca oynayarak yaratıcı yemeklere dönüştürdüklerini sandılar. Toplumun tepkileri gecikmedi. Bunun üzerine olması gerektiği gibi davranmaya, yani yerel ve yöresel malzemelerle kendilerinin verdikleri adlarla yaptıkları yemekleri sunmaya sıra geldi. Modern aşçılarımız bu yolda çabalarını sürdürüyor. İçlerinde bir an önce yıldıza kavuşmak isteyenlerden, “Bizim yabancı meslektaşlarımızdan farkımız kalmadı. Onlardan bir eksiğimiz yok. Peki, Michelin Rehberi ne zaman yayınlanacak?” yollu sesler yükselmeye başladı.

Batı’nın adlandırmasıyla “Yüksek Mutfak” yani şık, lüks, kaliteli ve pahalı mutfak ile Halk mutfağı arasında aşçıların tercihi yakın zamana dek kocaman aşçı külahları ve kar beyazı önlükleriyle sosyete dergilerinde fotoğrafları yayınlanan şefler gibi giyinip yıldızlı mutfakları yönetmekti. Buna karşılık geleneksel, yerel, yöresel Halk Mutfaklarına burun bükülür, küçümsenirdi. Buna da şaşmamak gerek. Nasıl askerliği meslek seçip subay olmaya karar veren bir genç kendini Genelkurmay Başkanı koltuğunda hayal ederse, günümüzde aşçılık okulunu bitirip sektöre adım atan birinin Michelin yıldızı ile onurlandırılmanın rüyasını görmesi de doğal bir durum.

ÇITA YÜKSELİYOR: Ancak Yüksek Mutfaklarda çıta hiçbir zaman bugünkü kadar yüksek olmamıştı. Yıllarca dünyanın en iyi şefi seçilen Katalan aşçı Ferran Adria 2011 yılında El Bulli adlı restoranını 2014’te geri dönmek üzere kapatmaya karar verdiğinde zaten yılın 6 ayında ve bu süre içinde toplam 6 bin kişiye hizmet veren bu mekânda sıra bekleyenlerin sayısı 100 binin üzerindeydi. Ünlü şef  bir daha restorancılığa geri dönmedi ve sektöre günümüz mutfaklarında vazgeçilmez hale gelen yeni teknikler ve kimyasal malzemeler geliştirmek üzere laboratuarına çekildi. Her ne kadar uluslararası mutfak camiası sürekli yerellikten, doğallıktan söz ediyor olsa da Yüksek Mutfak bambaşka bir ligde çıtayı yükselterek yoluna devam ediyor. Ben Türkiye’nin ilk kez katıldığı dünyanın en önemli yemek yarışması sayılan Paul Bocuse yarışmasının Avrupa finalinde hazır bulunmuştum. Sonuçta elendik. Yarışmacılar adeta başka bir ligin yıldız oyuncuları gibiydiler ve bizim bu ligde yarışabilecek ne bir aşçımız vardı, daha da vahimi, ne de bu gibi yarışmalar için adayları eğitebilecek düzeyde şeflerimiz. Aşçılık okulları ve kurumlarından hiç söz bile etmiyorum.

Öte yanda tüketicimizde Yüksek Mutfak beklentisi zaten yok. Nitekim 2010’dan beri “En İyi 50 Restoran” yarışmasında iki kez ikincilik, iki kez de birinciliğe ulaşarak hep ilk 5 içinde yer alan ve Modena’daki Osteria Francescana adlı 3 Michelin yıldızlı restoranın sahibi Şef Massimo Bottura’nin ülkesi dışındaki tek restoranı, Zorlu Center’deki Ristorante Italia di Massimo Bottura, yemekleri ya da yüksek fiyatları yüzünden değil, dekorasyonunun aşırı sadeliği ve ambiansı beğenilmediği için kapanmak zorunda kaldı.

Kriz yaklaştığından bu yana büyük oteller, dolayısıyla her biri bir mutfak okulu sayılan restoranlarının hali içler acısı. Yurt dışına göçen iyi şeflerimizin ise haddi hesabı yok. İçki yasakları daha doğrusu otomatiğe bağlanmış alkol vergileriyle cazibesini kaybetmiş bir gastronomi ortamında Michelin yıldızlarından çağdaş mutfaklardan söz etmek de pek anlamlı değil. Bugün Michelin yıldızı olmasa da bu kategoride görülen bir, iki restoranımız da ayakta kalma savaşı verenler arasında.

Öte yanda geleneksel ve yerel mutfak kültürümüz bâkir bir maden gibi. Günümüz tüketicisi yıldızlı restoranları değil “lezzetli, adam gibi yemek yiyebileceği bir mekânı” tercih ediyor. Geleneksel mutfakta ise yapılacak daha çok şey var. Benim Türk Mutfağının gurusu olarak nitelediğim Beyti Güler bunu yıllar önce fark etmiş, başarısını kalite, hijyen ve huzur dolu bir restoran temeli üzerine oturtmuştu. Bugün Yüksek Mutfak macerasına imrenmeden, öte yanda kısa sürede köşeyi dönme hayallerine kapılmadan Anadolu zenginliklerinin üzerinde yükselen bir mutfak felsefesiyle, yıldızlara gerek kalmadan bir restoran adını dünyaya duyurabilir.

Konuşmamı bir başka mutfak gurusu olarak bellediğim şef Maximillian Thomae ile ilgili bir anımla bitirmek istiyorum. Bu önemli şef 1924 yılbaşı gecesi Pera Palace’da servis edilen yılbaşı menüsünü bundan 17 yıl önce yine yılbaşına yakın bir gala yemeğinde Mutfak Dostları Derneği üyeleri için hazırlayıp sundu. Bu ziyafette en çok Max Usta’nın klasik lahana dolmasının çağdaş yorumundan etkilendim. Bildiğimiz lahana dolmalarına deniz ürünleri de katarak bunları bir “terin” kalıbı içinde bir araya getirmiş, iyice soğutup, kalıptan çıkararak dilimler halinde kesip servis etmişti. Klasik lahana dolmamız dünya mutfaklarının güncel yemeklerinden “terin”e dönüşürken yemeğin özü olduğu gibi korunmuştu. Modalar üstü sayılan bütün mükemmel yemeklerde bu basit ama kusursuz uygulamaları görüyoruz.

Yöneticilik yıllarımda birlikte çalıştığım arkadaşlarım arasında “aldığım para çok az, ben de sadece bu kadar emek koyarım” zihniyetini güdenlerle daima yolumu ayırdım. Çünkü yaratıcılık gerektiren eserler ancak maddi karşılık beklemeksizin en iyiye ulaşma çabalarıyla ortaya çıkabiliyor. Mükemmellik, “parayı veren düdüğü çalar” ya da “ne kadar ekmek, o kadar köfte” zihniyetiyle gerçekleşmiyor.

MÜKEMMEL YAPRAK SARMA NEREDE? : Nice Michelin yıldızlı şefin sofrasından mutsuz ayrıldığım halde, bu sayede en mükemmel yaprak sarmayı Anadolu’nun bir köyündeki yaşlı teyzenin elinden yiyebiliyorum. Ölümünden 227 yıl sonra bile Mozart gibi olağanüstü bir bestecinin, mükemmele ulaşmayı hedeflemiş müzisyenler tarafından seslendirilen eserleri, dinleyenleri rüya alemine taşıyabiliyor. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa tablosunun karşısında durup izlediğinizde, hiçbir fotoğraf objektifinin yansıtamayacağı o yüz ifadesi sizi bugün bile kendine hayran bırakıyor. Ve nihayet Pera Palace Hotel’in en iyiyi ortaya çıkarmak için haftalarca çalışan mutfak ekibinin yemekleri damağımda unutulmazlar arasında yerini alabiliyor…

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz