MENÜ
İzmir 14°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Nefes almak için, yerele açılmak…
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
12 Eylül 2014 Cuma

Nefes almak için, yerele açılmak…

Bu kentte uzun zaman önce gazeteci adaylarına, işin (alaylı ya da okullu) ehli ustalarca eğitilirken neyin haber olacağını soran çömezlere ilk cümlede denirdi ki, “Ayağın taşa takılsa bunun haber değeri vardır! Önce soracaksın, ‘burada bu taşın ne işi var? Bu taşı buraya kim/niçin koydu, bunu buraya bırakanları/düşürenleri niye hiç kimse görmedi? Bu kentte belediye/kaymakam/vali/emniyet vs. yok mu?
Bu (ve benzeri) sorular, seni hiçbir yere götürmeyebilir de, götürebilir de… Aslolan yaşadığın yerde seni rahatsız eden, yoluna takılan her konunun altını/üstünü araştırmak, çevrene o gözle bakmayı yaşam biçimi haline getirmek. Seni hayrete düşüren, okuru da hayrete düşürür, seni rahatsız eden (ayağı takılan taş misali) o taşa her takılanı da ilgilendiriyordur, dolayısıyla okuduğu gazetede o konuyu arayacaktır. Önce yaşadığın yerden/çevrenden başla gözlemeye, sonra bu bakışı tüm kente yay. Hayret ediyorsan, merak ediyorsan, soruyorsan; unutma okur da hayret ediyordur, merak içindedir, soruyordur, senin hesap sormanı bekliyordur…”
Benzer minvalde devam edip giderdi bu tecrübe dersleri ve her yaptığın iyi haberde ya da atladığın/senin düşünemediğin bir ayrıntıda ‘takdir’ veya ‘tekdir’ olarak kafana çakılırdı ustalarca..
Dün sevgili Ümit Yaldız, haber merkezindeki genç muhabirlere “haber/hayat içerde değil, dışarıda” uyarısını yaparken, yıllar öncesine döndürdü beni.
Yeni Asır’ın artık efsaneler arasına karışmış haber müdürlerinden rahmetli Erhan Ünver’in haber merkezinin yerini göğünü inleten sesiyle muhabirleri fırçalayışını, yıllarca zihinlerimizden çıkmayacak, dilimize dolanacak ‘Çıkın dışarı! Gidin, havaalanına gidin, bakarsın inişe geçerken uçak düşer. Oturmayın burada!’ diye bağırışını, çil yavrusu gibi dağılışımızı…
 
‘Sokaktaki taştan dahi’ haber çıkaran, ‘o yıllarda’ İzmir medyasının amiral gemisi olan Yeni Asır değildi sadece. Yerel gazetelerle, ulusal gazetelerin şimdikinden çok daha boyutlu bölge ilaveleri arasında, ‘o taşı ilk haber yapan olmak’ için inanılmaz bir yarış/rekabet yaşanırdı. Kamunun sesi olmaya adanmış adil/tarafsız kalemlerin varlığı; yerel yöneticiler, sivil toplum kuruluşları, sendikalar, üniversiteler, odalar, meslek örgütleri üzerinde inanılmaz ağırlıkta bir denetim ağı oluşturduğu için… Basın, kentlerde de 4. kuvvetti...
Yerel basının ağır kan kaybına rağmen hala sesinin çıkıyor olması, İzmir’deki bu güçlü geleneğinin devamı büyük ölçüde. Çoğu rahmetli ustaların tedrisatından geçmiş isimlerin, her şeye, tüm eksilmelere/eksikliklere rağmen hala bugün yerel medyada bulunmasından ve bir şekilde/hasar görmüş olsa da… Yıllar içinde yerleşmiş gazetecilik reflekslerini devam ettiriyor oluşlarından...
*
 
“Hayatın tam ortasındasın. Diyelim ki bir gazetenin haber merkezindesin. Hatta dur dur, diyelim ki en büyük haber ajansının tam kalbindesin. Bütün dünyada ne oluyorsa duyuyorsun. Olaylar ciddi, gündem yoğun. Kesintisiz akıyor hayat, gümbür gümbür. Suriye sınırında jet düşüyor, demokrasi paketinde anlaşılamıyor, okullar kör topal açılıyor, çocuklar öldürülüyor, çocuklar öldürülüyor, beş kere öldürülüyor çocuklar, durmadan asabını bozuyor siyasiler. "Bu kadar çiğ bir şeyi söylemiş olamazlar" dediğin şeyleri söylemiş oluyorlar. Yazarlar "Bu kadar alçakça bir şey yazamazlar" dediğin şeyleri yazıyorlar, karikatüristler öyle çiziyorlar. "Herhalde bir yerde patlayacak bu iş" diyorsun. Patlamasa dert, patlasa yine sana patlayacak, kesin. Kahırdan, dertten, kederden, sıkıntıdan yeni çizgiler işleniyor yüzüne. Haber merkezlerinde eskiden olan teleksler gibi, yazıyor da yazıyor soldan sağa memleket kendini senin yüzüne. Çakıyor da çakıyor kurşun harflerini kalbine memleket. Bitmiyor derdi, tasası günde yirmi beş saat. Her şeyi görüyorsun, her şeyi duyuyorsun ama... Ama penceren daralıyor. Nasıl oluyor bu? Nasıl sence?
İnsanın dayanamayacağı şeyler yaşıyoruz. Dayanamamamız bundan. Delirecek gibi oluyorsun ya, o işte delirtmeye çalıştıkları için. Bazen diyorsun ya ‘Herhalde kafam duracak. Şimdi herhalde kalbim duracak’, o işte çok normal. Senin gibilerin kalbi, aklı dursun diye oluyor böyle bu memleket. Bu hayatı artık öyle ayarlıyorlar. Bunun işte tek bir tedavisi var. Pencereni aç. Kalk kalk! Aç pencereyi!”
‘Kalemi elinden alınmış yazarlar kervanı’ arasındaki sevgili Ece Temelkuran, BirGün’deki yazılarından birinde yazmıştı ‘pencere açmak’ başlığıyla bu yazıyı. 
Bir süredir “Türkiye'nin günlük rezalet, kepazelik, ‘yok artık! yuh!’ pazarı”ndan bir şeyler seçmek için internette gezinmekten de yorulduğumu, boğulup gitmeden ‘pencere açmaya’ çalıştığımı paylaşmak için yazdım girişteki eski yerel gazetecilik günlerini. “Ama şimdi bugün de bu yazılır mı” diyenlere/diyeceklere, “Türkiye’de ‘ama şimdi, bugün de’ denilen günler bitmiyor, bugünden yarına da bitmeyecek gibi görünüyor, arada pencereye koşup kafayı dağıtmam/dağıtmamız lazım” demek için.
Sağlık nedenli zorunluluk nedeniyle yazıya bir ay ara verdikten sonra, ‘yerel’den, hatta kendi sokaklarımdan başlamam, devam etmem çokça bu yüzden.
Memleket kısa sürede düzelmez ama bir sokak…
Belki bir sokakta ‘düzen sağlanır’, taşlar yerli yerine oturur umuduyla.
Vicdanın, hukukun, ahlâkın, asgârî müştereklerin tamamen yok olduğuna dair karanlık bir çaresizlik bulutu içinde, o eski ‘yerel gazetecilik refleksine sarılıp’ bir an olsun kara bulutların içinden çıkma ihtiyacıyla…
 
“(…) Bunu işte ya da pandalı, kuşlu, ağaçlı, edebiyatlı, filmli, çocuk kokulu bir şeyleri bir kaç dakika düşünmelisin gün içinde. En ciddiyetsiz şeyleri yani. En kuşlu böcekli şeyleri, en aşklı meşkli olanları. Herkesin seninle dalga geçeceği türden şeyleri diyorum, eğer günde bir kaç dakika düşünmezsen onlar yenecek. Sen de sadece onların konuştuğu şeyleri konuşan biri haline geleceksin. Düşmanına benzemekten bahsetmiyorum. Böyle giderse sen kavgaya, kavganın ta kendisine benzeyeceksin. Bütün incelikleri, bütün komiklikleri, bütün avare şeylerini alacaklar senden. Serserilik sende kalsın, kalenderlik, hafifmeşreplik, efkar ve manasız neşe sende kalmalı. Yoksa penceresiz kalacaksın. Pencereni açmalısın.
Gözlerini kapa şimdi, penceren açılsın. Hayal et. Olmayacak şeyler, bilmediğin şehirlerde başına gelen aşklı şeyler hayal et. Tedavi et kendini. Kapa şu yüzünü çizik çizik yazan teleksi, internetten çık, bırak telefonu elinden. Kapa gözlerini, içine bak. İçindeki o yere. Rüyalarda görülen, aslında hiç gülünç olmayan komik şeyleri getir aklına. Komik olmayışlarına gül. Bir şeye gül. Bir şeye gülmelisin. Bir şey bul seni güldürecek. Yoksa pencereni alacaklar elinden. Karanlıkta kalacağız. Yoksa kavgadan ibaret olacağız.”
*
Öyle daldan dala mevzular, kafaya göre takılmalar görürsen; ki göreceksin ey kadirbilir okur, şaşırmaca yok yani! E bir de azıcık düzeltebilir/değiştirebilirsek bir şeyleri, ‘değmeyin keyfimize’ oluruz hep birlikte belki…
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 Maksude Kılınç
 15 Eylül 2014 Pazartesi 13:21
Dilerim olur o dediğin, dilerim değişir birşeyler doğru yönünde...
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz