Biz öyle "Kültürpark" falan bilmeyiz!..
"Fuar"dır orası bizim için...
Çocukluk yıllarını İzmir'de geçirmiş olanların, bir kere de olsa illâ ki kaybolduğu yerdir Fuar...
Fuar, çocuklar için;
Lunaparktır...
Hayvanat bahçesidir...
Paraşüt kulesidir...
Trendir...
Uzun havuzdur...
Baloncu, lokmacı, şıracıdır...
Haa! Bir de makarnacıdır...
Eğer ki, annemiz babamız "Yarın Fuar'a gideceğiz" demişse; yandı gülüm keten helva!..
Sabaha kadar uyku girmezdi gözlerimize..
Bir heyecan...
Bir kıpraşma...
Bir hayal âlemi...
Anlatılmaz; anca yaşamışsan bilirsin o duyguyu...
Basmane Kapısı'ndan girer girmez bir tatlı heyecan sarardı küçük bedenimizi...
(Bizim gibi kenar mahalle aileleri, genellikle o kapıyı kullanırlardı, durumları iki üç tık yukarda olanlar ise Lozan'dan, Montrö'den dalış yapardı...)
Anne-babamızın gözleri soldaki "Ekici Över" ya da "Akasyalar" gazinolarına kayarken, biz sıpaların ayakları sağdaki lunaparka doğru dört nala koşardı...
Tabii, freni yerdik anında...
"Hopp" derdi baba...
"Dur ulennnnn" diye çığlık atardı anne..
Haa, eğer ikazlar etkili olmazsa "beş kardeş" gelirdi valide hanımdan...
Ee, evdeki "silahlı kuvvetler" genellikle annelerdi bizim çocukluğumuzda...
Daha doğrusu, babalar ile anneler arasında "sinsi" bir anlaşma vardı dayak konusunda!..
Yani yaramazlık yaptığın zaman baba dik dik anneye bakar, anne de ya tokatı çakar ya da çimdiği basardı..
Ha, kaçarsan da terliği fırlatırdı...
Bu onların "Ana sporu"ydu!..
Çünkü, terlik fırlatma konusunda bir tane anne yoktur, isabet kaydetmeyen...
Ve biz de bu nahoş sahnenin ardından, ağlayarak başlardık Fuar turumuza...
Ama uzun sürmezdi salya-sümük hâllerimiz...
Tam çarpışan arabaların bulunduğu yerde biterdi zırlama faslımız...
Ne yediğimiz tokatın acısı kalırdı, ne de çimdiğin izi...
Tabii kesmezdi bizi bir tek çarpışan arabaların keyfi...
Gözlerimiz dönme dolaba bakarken, aklımız korku tüneline kayardı...
Bunlar da yetmez; atlı karınca ile dev aynalarına rezervasyon yaptırırdık...
Lunapark sefasının bitmesi çok zor gelirdi bize...
Ama sıradaki "lezzet" turunun cazibesini düşleyerek, fazla arıza yapmadan sessizce çıkardık o renkli dünyadan...
İlk tıkınma durağımız, Piyale ve Nuh'un Ankara makarnalarının melamin tabaklarda servis edildiği bahçeler olurdu...
Yani şimdiki çocuklar için hamburger neyse, Fuar'daki makarna da bizim için oydu...
Tabi arkasından "lokma"...
Ve onun da arkasından buz gibi şıra...
Yiyecek-içecek faslı bittikten sonra, geriye iki tane final kalırdı...
İlki paraşüt kulesinden atlayanları izlemek, ikincisi ve en önemlisi mini tren...
Hele hele o trendeki "oyuncaklı vagon"dan yer kaptık mı, bizden mutlusu olmazdı o an yeryüzünde...
Lâkin bundan sonrası kayıptır çocukluk hafızamızda...
Sadece anne-babamızın anlattıklarından biliriz o güzel Fuar gecesinin finalini...
Neden mi?...
Çünkü yaşadığımız keyiften mayışır, eve dönüş yolculuğumuzu zavallı peder beyin kucağında sürdürürdük...
Yani dostlar...
Biz, hayalleri küçük ama dünyaları büyük çocuklardık...
Biz, arkadaşımızla kavga etmeden önce 3'e kadar sayan, hatta korkup kaçsın diye, 2'den sonrasına da buçuk ekleyen çocuklardık...
Bizim ne bilgisayarımız, ne ayfonumuz, ne fesbukumuz, ne akülü ferrarilerimiz ne de nevbalans pabuçlarımız vardı...
Ama biz mutlu çocuklardık...
Tatlı çocuklardık...
Uslu çocuklardık...
Keşke "bizim Fuar"ımız hiç bozulmadan yerinde dursaydı...
Ve bu sayede, bizim çocuklarımız da bizim kadar mutlu çocukluklar olsaydı...
Hadi İzmirli çocukların Aziz amcası...
Ver onlara Fuarı geri...
Döşe rayları, koy treni...
Canlandır lunaparkı...
Döndür atlıkarıncaları...
Tattır makarnayı, şırayı...