MENÜ
İzmir 11°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Belediye Başkanı “eşi” olmak zor iş…
Nedim ATİLLA
YAZARLAR
6 Nisan 2015 Pazartesi

Belediye Başkanı “eşi” olmak zor iş…

Ömrümün kalan bölümünü, hayat rehberimden mahrum olarak tamamlayacağım.
Kalbi güzelliklerle dolu ‘anne’ gibi bir annem olduğu için müteşekkirim… Gurur doluyum.”

21 Mart 2015 cumartesi günü hayli kalabalık bir cenaze töreni ile toprağa verildi İmer Emel Akçiçek… Küçük oğlu Fatih Akçiçek, sosyal medyada 85 yaşındaki annesinin ölümünü yukarıdaki satırlarla duyurdu. Yakınlarının “İmoş” diye seslendiği İmer Hanım, 1977’de yitirdiği İzmir’in Cumhuriyet tarihindeki önemli isimlerinden biri olan eşi Dr. Selahattin Akçiçek’in ardından; hayatını iki oğluna, tıp profesörü Fehmi Akçiçek (59) ile ülkemizin önemli gruplarında üst düzey yöneticilik yapmış Fatih Akçiçek’in (57) en iyi şekilde yetişmesine adamış bir hanımefendi idi…


İmer Emel Akçiçek, Selahattin Bey'in başkanlık yıllarında bir seyahette...

Selahattin Akçiçek eski İzmirlilerin çok iyi tanıdığı Eşrefpaşa’dan çıkmış gerçek bir efsane hekim… 1960 İhtilalini yapan Cunta’nın başında çok yakın bir dostu olmasına karşın Yassıada’dan kurtulamamış, tutuklandığında cebinde beş kuruş bile yokken uyduruk zimmet suçlamalarına muhatap olmuş… Ama hep dik, dimdik durmuş bir insan… Ve onun yaşamındaki kadın, çocuklarının annesi bu yazılarımızın konusu… İmer Hanım’ın 27 Mayıs 1960 tarihinden sonra yaşadıkları, sadece ailesi için değil, kentimizin siyasi tarihi açısından da oldukça önemli… Küçük oğlunun “Bu benim babam değil!” diye ayak dirediği trajik anlardan tutun da; cezaevinde babası ile kilitli kalan Fehmi’ye, sabık cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın oyalamak için dolmakalemini hediye ettiği özel anlara kadar birçok özel ayrıntı; bir dolu hatırayla geçmiş bir ömürden söz ediyorum.   

Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden Gülşen Turanlı’nın yüksek lisans tezi haline getirdiği Selahattin Akçiçek’in hayat hikâyesinde İmer Hanım’ın rolü oldukça önemli. 1950’li yıllarda nüfusu 200 bin civarında olan İzmir’in pek sevilen doktoru olarak ünlenen, önce Belediye Başkanı ardından da milletvekili seçilen, 1958’den sonra Demokrat Parti içinde diğer İzmir milletvekilleri ile birlikte ‘muhalif’ kanatta yer alan Selahattin Akçiçek’in hayatında bir bölümü anlatacağım aslında. Vaktim olsa bu hikâyeden bir film senaryosu da yazmak isterdim.

Selahattin Akçiçek’in yaşamına baktığımda, Türkiye’nin son yıllarda sıkça karşılaştığı ‘üretilmiş sahte delil’ sorununun 1960’lı yıllarda da gündemde olduğunu gördüm. Otuz yıllık arkadaşım Fehmi Akçiçek ve hizmet kuruluşlarında beraber çalıştığımız Fatih ile annelerinin vefatından sonra uzun uzun sohbet ettik. Annesinin ‘etol’ü (yani bir tür şalı), savcı tarafından Beyoğlu’nda bir ‘otel’e dönüştürüldüğünde kimseler itiraz etmemiş. O zaman bu işlerin üzerine gidilse, bugün böyle şeyler yaşamazdık diye hayıflandık birlikte… Selahattin Akçiçek’e açılan zimmet davası ise İzmir Kordonu’nda kesilen palmiyelerin dallarının parası üzerine olmuş. Belediye başkanlığı ve milletvekilliği sırasında aldığı bütün maaşlar geri istenmiş… İmer Hanım elinde avucunda ne varsa satıp savıp ödemiş maaşları… Medyanın günümüzde olduğu gibi bir anlamda ‘kullanılması’, 6-7 Eylül olaylarıyla başlamış zaten… Olaylarda yüzlerce öğrencinin öldüğü, cesetlerinin kıyma makinelerine atıldığı, Harp Okulu’nu imha için planlar hazırlandığı, Celal Bayar’ın İş Bankası’nda 103 milyon liralık mevduatının bulunduğu, Ardahan’ın Ruslara satılmak istendiği, 11 milletvekilinin kaçarken sınırda yakalandığı türünden haberler yetkili ağızlardan açıklanıyor, gazetelerde sayfa sayfa yazılıyormuş. Hapisteki Mithat Perin, “Bu haberler maalesef benim sahibi bulunduğum İstanbul Ekspres gazetesinde de yayınlanmıştı. O sırada başka türlü yapılamıyordu.”demiş.

Tarihsel süreçte İzmir Belediye Başkanlığı da yapmış olan üç eski DP’li  Yassıada’da yargılanmış. Faruk Tunca, Selahattin Akçiçek ve Enver Dündar Başar cezaevinden kurtulunca da, bir daha siyasete dönmemişler. Cumhuriyet tarihimizin en ilerici anayasası olan ‘1961 Anayasası’nın İzmir’de reddedilmesinin ardında, büyük olasılıkla bu gerçek vardır diye düşünürüm.


Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu'nun 1959'daki İzmir ziyaretinde...Arka planda daha sonra Cumhurbaşkanı seçilecek olan Cemal Gürsel.

27 Mayıs 1960… İzmir…
Şimdi tarihe şöyle bir dönüp bakalım: 28 Mayıs 1960, İzmir... ‘27 Mayıs İhtilali’nin bir gün sonrası... Herkes radyosunun başında... 1954-55 yıllarında İzmir Belediye Başkanlığı yapan, daha sonra da DP’den Milletvekili olarak Ankara’ya giden Selahattin Akçiçek de, Kurban Bayramı tatili nedeniyle zaten bir türlü sevemediği Ankara’dan İzmir’e gelmiş.  

27 Mayıs gününün ilk saatlerinde gelen bir telefon üzerine radyosunu açan Akçiçek Ailesi, Alparslan Türkeş’in tok sesinden askerlerin devlet idaresine el koyma nedenlerini dinlemiş, bütün Türkiye ile birlikte… 27 Mayıs İhtilali’nin başında yakın dostu General Cemal Madanoğlu olduğunu öğrenince, Dr. Selahattin Akçiçek’in ilk sözleri şu olmuş: “Başında Madanoğlu gibi namuslu bir insan varsa, ben, o ihtilale inanırım.” Çünkü daha on beş gün önce Madanoğlu, eşi ve İmer Hanım’la ile birlikte Avrupa’ya gitme planları yapan, fakat Başbakan Adnan Menderes’in İzmir’e gelişi nedeniyle bunu erteleyen Selahattin Bey, ne yazık ki olayların varacağı noktayı tahmin edememiş. 

Aslını sorarsanız, olayların ne şekilde gelişeceğini, hareketin başındakiler bile tahmin edememiş. Aylar sonra Cemal Madanoğlu, kocası Yassıada’da hayali suçlamalarla yargılanmakta olan İmer Akçiçek’e gönderdiği bir mektupta, “Şahinler avlanır, kargalar bayram eder. Umduğumuzu bulamadık. Fakat iyi günler gelecek...” diye yazmış.

27 Mayıs günü Selahattin Bey, caddeden her askeri araç geçtiğinde adeta meydan okurcasına kapıya çıkıyormuş... Onun bu davranışından dolayı kaygılanan, dışarı çıkmamasını öğütleyen komşularına da, “gocunacak bir şeyi olmadığını” söylemiş ısrarla... Askerlerin Dr. Selahattin Akçiçek’i evinden alıp götürmesi, 28 Mayıs günü sabaha karşı gerçekleşmiş. Tutuklama görevi verilen iki asker, önce Selahattin Bey’in Eşrefpaşa’daki muayenehanesine, sonra da Hatay Caddesi’ndeki evine gitmişler. Bu askerlerden biri de, bütün ailesine Selahattin Bey’in doktorluk yaptığı, hatta bazı ailevî sorunları konusunda yardımcı olduğu bir havacı yüzbaşıymış. Yüzbaşı, minnettarlık duyduğu insanı tutuklamaya geldiği için son derece üzgünmüş. O zamanın tanıkları bilirler, Akçiçek, durumu iyi olmayan hastalarından ücret almayan, ilaç parası olmayanları tanıdığı eczanelere gönderen bir hekim… Daha sonra hapse atıldığında, eşi İmer Akçiçek, büyük zorluklarla eczanelere olan bu borçları kapatmaya çalışmış.

28 Mayıs günü yakın arkadaşının tutuklandığını öğrenen Cemal Madanoğlu, İzmir’e bir telefon açarak iki saat kadar sonra Selahattin Bey’in evine dönmesini sağlamış. Ancak bir kaç gün sonra, tüm DP milletvekillerinin nezaret altına alınması ve o güne kadar nezarette olanların da komite kararı olmadan tahliye edilmemesi kararı çıkmış Cunta’dan… Selahattin Akçiçek’i Yassıada’ya götüren tutuklama, 1 Haziran 1960 tarihinde muayenehanesinde gerçekleşmiş. İmer Akçiçek, öğle yemeğine bir hayli geciken eşini telefonla arayınca öğrenmiş tutuklandığını… Ve maalesef nereye, ne kadar süreliğine götürüldüğünü bilmediği eşiyle, ancak bir buçuk yıl kadar sonra Kayseri Bölge Cezaevi’nde görüşebilmiş. O tarihte şimdiki Hükümet Konağı’nda bulunan Emniyet Müdürlüğü’ne getirilen DP İzmir teşkilatı üyeleri arasında Mehmet Yorgancıoğlu, İsmet Uç, Cahit Çaldıran, Mehmet Ali Yeşilpınar ve Mehmet Ali Keskin var. Tutuklanan partililerin üstleri, ayakkabılarına varıncaya kadar aranmış. Muayenehanesinden apar topar götürülen ve askerler gelmeden az önce, yoksul bir hastasına yardımcı olduğu için üzerinde hiç para olmayan Selahattin Akçiçek; üzerinde döviz bulmayı uman askerleri hayli şaşırtmış. Yurtdışına kaçacağı şeklinde hayali bir ihbar gelmişmiş… Tutuklular Poligon’daki sorgularından sonra Yassıada’ya götürülmüşler.

Yassıada da hekimlik beklemiş Akçiçek’i… Manevi bir çöküntü yaşayan arkadaşlarının sık sık rahatsızlanması nedeniyle, Yassıada günlerinde, Selahattin Bey’in doktor kimliği iyice ön plana çıkmış. Kendisinin çok hasta olduğu zamanlarda bile, arkadaşlarına yardımcı olmaktan asla vazgeçmemiş. Mithat Perin’in ifadesine göre, tutuklu bulunan doktorların kendi arkadaşlarıyla bizzat ilgilenmek istemelerinin bir nedeni de, revirde görevli olan askeri doktorlara güvenmemeleri aslında… Nitekim Mithat Perin’in aniden rahatsızlanması üzerine, yapılacak iğnenin ampulünü kontrol etmek isteyen Dr. Selahattin Akçiçek, “Bana itimadınız yok mu?” diyen görevli doktora, “Yok!” diye sert bir şekilde çıkışmış.  

Yassıada’daki yüksek nem oranından kaynaklı hava koşulları ve kötü muameleler, birçok tutuklu gibi Dr. Selahattin Akçiçek’in sağlığını da olumsuz yönde etkilemiş. Ciğerlerindeki rahatsızlığa eklem rahatsızlıkları eklenmiş; bir kez de mide kanaması geçirmiş. Selahattin Bey’in romatizma nedeniyle kullandığı kortizonlu ilaçlar, ellerinde titremelere de yol açmış.

Onun romatizmal hastalığından haberi olmayan kardeşi Dr. Ali Akçiçek, ağabeyinin elli kelimeyi aşmaması gereken mektuplarından birinde, yazısının çok titrek olduğunu görünce, çalıştığı Eğirdir Kemik Hastanesi’nden izin alarak derhal Yassıada’ya gitmiş. Dr. Ali Akçiçek şöyle anlatmış o günleri: “Yassıada’ya giderken büyük bir endişe içindeydim. Aynı soyadını taşıdığım için görüşmeme izin verildi. Fakat görüşmeler asker nezaretinde yapılıyordu. Ağabeyimle görüştükten sonra, kendisinde romatizma başladığını ve verilen ilaçların etkisiyle ellerinde titremeler meydana geldiğini, mektubundaki yazısının da bu nedenle titrek olduğunu öğrendim. Döndüğümde ilk işim, ağabeyim Belediye Başkanı iken İzmir’de Yurtiçi Komutanı olan ve iyi bir dostluk kurmuş olduğu darbenin yeni lideri Cemal Gürsel’e ağabeyimin rahatsızlığını belirten bir mektup yazmak oldu. Ancak bundan herhangi bir sonuç çıkmadı.”

“Sakız Adası’na kaçıralım!”
Akçiçek içeride ama dostlarının aklı da onda… Dr. Selahattin Akçiçek’in tutuklanmasını içine sindiremeyenlerden biri de, av arkadaşı Fettah Akar’dır. Onu, hatta diğer İzmir milletvekillerini, Dalyan Köyü’ndeki motorcuların yardımıyla Sakız Adası’na kaçırmayı düşünür. Benzer bir kaçırma planı da kardeşi Ali’ye aittir. Ali Akçiçek bu planını, ağabeyi özgürlüğüne kavuştuktan sonra görüştükleri Cemal Madanoğlu’ya da açıklar: “Ağabeyim hapisten çıktıktan sonra onunla İstanbul’a gittik. Kaldığımız otele Madanoğlu da geldi. Ona çok ağır sözler söyledim. Eğer sen arkadaş olsaydın, ihtilal olacağını bana çıtlatsaydın; ben de ağabeyimi Çeşme’deki kayıkçılar aracılığıyla önce Sakız Adası’na, oradan da Almanya’ya ya da Fransa’ya gönderirdim.” Ancak Ali Akçiçek daha sonra, “Cemal Madanoğlu ihtilali önceden haber vermiş olsaydı bile, ağabeyim muhtemelen yurt dışına kaçmak istemeyecekti. Zaten ihtilal olduğu sırada yurt dışında bulunan birçok DP milletvekili, memlekete geri döndü.” diyecektir.


10 Kasım 1961-Yassı Ada hükümlüleri Atatürk'ü anıyorlar...Selahattin Akçiçek, Celal Bayar'ın tam arkasında....

Yargılamalar sırasında gazeteler dışında radyoda da gerçek dışı yayınlar yapılmaktadır. Bir akşam, Yassıada’da tutuklu bulunanlarla ilgili yapılan bir programda, Akçiçek Ailesi’ni çok şaşırtan ve üzen bir haber verilir. Program sunucusu Bedii Faik’in, “Şimdi elimi torbaya atıyorum, bakalım kim çıkacak? İzmir eski Belediye Başkanı Dr. Selahattin Akçiçek. Bakalım nesi varmış, nesi yokmuş? Ooo! Bakın, eşinin Beyoğlu’nda iki tane oteli varmış.” şeklindeki anonsu; İstanbul ile en ufak bağlantısı olmayan aile üyelerini, en yakınlarına karşı bile zor durumda bırakır. Oysa işin aslı çok başkadır.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar bile kızının Kayseri Cezaevi’ne geliş gidiş masraflarını Eczacıbaşı Ailesi’nin desteği ile karşılayacak kadar parasızdır. Selahattin Akçiçek ise cezaevi günlerini düpedüz parasız geçirmiştir. O zamanın siyasetçileri arasında da, siyasetten çok para kazananlar olmuştur kuşkusuz; ancak Selahattin Bey, parasız, ama onurlu insanlar arasındadır.

Tüm sanıklardan şu belgeler istenmiş: +Silahlı Kuvvetler himayesi altında bulunanlara ait ‘Beyan Fişi’, + 14 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960 yılları arasında maaş, gayrimenkul, ziraî­ticarî gelir bilgilerini içeren ‘Gelir Bildirisi’, + Sahip olunan gayrimenkul, hisse senedi, para, tahvil, altın, platin, gümüş, kıymetli taş, kürk, müzik dolabı, alacak ve borç bilgilerini içeren ‘Varlık Bildirisi’ , + 10 yıllık ikametgâh ve sayfiye için ödenen kira, mutfak, aydınlatma, giyim, ulaşım, eğlence, tahsil, seyahat, tedavi, bağış, nişan-düğün, doğum-ölüm vb. dolayısıyla yapılan masraf bilgilerini içeren ‘Masraf Bildirisi’…
 
Bu belgelerden bir şey çıkmış mıdır? Hayır… Dr. Selahattin Akçiçek, Yassıada’dan bir mektup göndererek yetkililerin herkesten mal beyanında bulunmalarını istediğini, bu nedenle kendilerine ait ne varsa, en kısa sürede bildirmeleri gerektiğini yazar ailesine… İmer Akçiçek hazırladıkları bu listeye, babasının kendisine evlenmeden önce aldığı iki etolü (şal) de ekler. İşte Bedii Faik’in okuduğu oteller, bu etollerdir. Haysiyetine çok düşkün olan Selahattin Bey’in bu haberler karşısında yaptığı ilk şey, eşinden ismini temize çıkarması için uğraşmasını istemek olur. 

Olup biteni şöyle anlatmıştı İmer Akçiçek: “Bu haberler onu çok üzmüştü. Bana, ‘Babam bize tertemiz bir isim bıraktı, ben de çocuklarıma öyle bırakmak isterim.’ dedi ve Ankara’ya gidip Madanoğlu’yu bulmamı istedi. Ben de hemen Ankara’ya gittim. Fakat Madanoğlu’ya ulaşmam çok zor oldu.” Ankara’da kardeşinin evinde kalan İmer Akçiçek, eski Şişe­Cam Genel Müdürü olan ve ihtilal sonrasında kurulan İnönü hükümetinde Sanayi Bakanlığı yapan aile dostları Şahap Kocatopçu aracılığıyla Cemal Madanoğlu’ya ulaşabilir. Madanoğlu ve eşi, İmer Akçiçek’i yanında kaldığı kardeşinin evinden eskortlarıyla aldırırlar ve bir akşam yemeği yerler. 

Madanoğlu yemekte ihtilale nasıl katıldığını, ihtilalin gelişimini, yönetimde kalmayacaklarını, niyetlerinin anayasayı değiştirmek ve Dr. Selahattin Akçiçek gibi namuslu insanlara Kurucu Meclisi, Danıştay, Sayıştay gibi kurumları kurdurmak olduğunu anlatır. Gecenin sonunda her şeyin yoluna gireceğini, Dr. Selahattin Akçiçek’e rahat tıraş olabilmesi için bir tıraş makinesi bile göndereceğini söyler. Cemal Madanoğlu’nun Yassıada’ya gönderdiği elektrikli tıraş makinesi ve her şeyin düzeleceğini belirten mektubu, hem Selahattin Bey’in hem de koğuş arkadaşlarının yüzünü güldürür gerçekten… Fakat olayların gidişatı bu sevincin çok erken olduğunu gösterecektir.

Yargılamalar ve sonrasını daha sonraki yazımda anlatacağım…
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 enver olgunsoy
 9 Nisan 2015 Perşembe 11:43
vefa dolu yazınız eski günleri kah acı bir tebessümle kah özlemle anımsattı.birileri bunları hep yazmalı.kaleminize sağlık.
 
 8 Nisan 2015 Çarşamba 09:36
Faruk Tunca'ya da yazık edilmiştir. Çok kıymetli bir insandı ve siyasetin küstürdüğü bir insandı.
 Hasan Gurcan
 7 Nisan 2015 Salı 10:29
Facebooktada bir kisi yazmis. Izmirde yakin tarihin bu kadar az bilinmesine uzuluyorum. Tesekkurler
 
 6 Nisan 2015 Pazartesi 17:09
Güzel ve dokunaklı.
 Hasan Gölgesiz
 6 Nisan 2015 Pazartesi 12:30
Eski bir İzmirli olarak Selahattin Akçiçek hikayelerini bilirim. Az bile yazmışsın Nedim Bey. Aileside güzel insanlardır, özellikle Fehmi çok iyi bir doktor oldu. Karısını son zamanda göremiyordum. Allah rahmet eylesin
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz