MENÜ
İzmir 12°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
TA BU RE
Hanzade ÜNUZ
YAZARLAR
6 Ağustos 2014 Çarşamba

TA BU RE

Herhangi bir yaz günüydü ve güneş en tepedeydi. Akdeniz'in parlak ışığının peşine düşmüş, lacivert suları yararak ilerliyorduk. Teknenin burnundaki ince direkte yüzü koyun uzanmış, denizin üzerinde uçan bir kuş olmuştum. Suda inip çıkan teknenin üzerime sıçrattığı köpükleri izliyordum. Una bulanmış balık gibi her yanım laciverte boyansın istiyordum. Hayatım boyunca beni peşi sıra sürükleyen, birlikte derinlere daldığım sırdaş sulara kapılmıştım.

Beklenmedik sürpriz bir yolculuktu bu aslında. Egeli gözüyle ilk kez gördüğüm Akdeniz'in güçlü ormanlarını, denize inen sarp kayalıkları hayranlıkla seyrediyordum. Uçakta da aynı duyguya kapılmıştım. Pencereden gözümü kırpmadan bakarken denizin karayla buluştuğu kıyılar bitmek bilmeyen gerçeküstü bir tabloya benziyordu.

Bilinmezlerine açık seyrettiğim Akdeniz yolculuğunda el değmemiş Ceneviz koyunda mola vereceğimizi bilmiyordum. Göğsümü ikiye yarıp, kalbime saplanacak bir sevgiyle tanışacağımı bilmediğim gibi. Belki hayatımı değiştirecek ve belki beni sonsuza kadar iyileştirecek yalınlıkta iki güzel insanla karşılaşacağımı da bilmiyordum.

Oysa sıradan bir yaz gününe benziyordu. Demir attığımız koyda sıcaktan her şey durmuş gibiydi. Deniz bile kıpırdamıyordu. Şeffaf suya atlayıp, beyaz kıyıya doğru yüzdüm. Sıcağa meydan okuyan iri, yuvarlak taşların üzerine yavaşça uzanırken vücudum ağır ağır dağlandı. Sıcak taşların üzerimdeki hakimiyeti hoşuma gitti. Denizden çıkmış serinliğim taşların yakıcılığına kapıldığı sırada gördüm Yusuf ve Ziynet'i.

Market alışverişinden dönen orta halli, derli toplu emekli bir çift yürüyüşüyle arkamdan geçiyorlardı. Elindeki poşetten harika açık yeşil çiçekler sarkan kadınla gözgöze geldik. Hiç yapmam ama neden bilmem soracağım tuttu.

- "Onlar ne çiçeği ?" dedim.

Işıklı bir gülümsemeyle duran kadın çocuğunu gösterir gibi uzattı çiçekleri.

"Adaçayı bunlar, adaçayı çiçeği. Şimdi topladım şu arkadan" dedi.

O parlak gülümsemeye doğru yerimden kalktım.

- "Adaçayının yaprağı bilinir ama bunlar çiçeği, daha güzel demlenir" dedi neşeyle.

Koyun en ucunda sırtını dağa vermiş, denize çakılı tahta ayaklar üzerinde yükselen barakayı 
işaret etti.

- "Buyur eve gel, sana taze çay demleyeyim."

İleride kumsal bitiminde üzerine çam ağaçları eğilmiş, denizin kıyıyla buluştuğu çizgide hassas bir dengeyle ayakta duran salaş bir baraka, kısa bile denemeyecek mini iskele ve küçük bir tekne vardı.

Şehirli olmam, mayolu olmam, çekinik olmam gibi nedenlerle,

- "Tabi tabi" dedim başımla onaylayarak. Geçiştirmek amacıyla.

Gülümseyerek selamlaştık. Bir tekneye sipariş verdikleri ekmek ve erzak poşetleriyle sessiz yürüyüşlerine devam ettiler. Birdenbire nereden çıktılar diye arkalarından bakarken içime garip bir boşluk çöktü. Gözlerim içiçe geçmiş yeşil lalelere benzeyen adaçayı çiçeğiyle birlikte bir hayal gibi barakaya doğru ilerleyen çifte takılı kaldı.

Modern insanın bildik çelişkili ruh haline büründüm derhal. 

- (Gitmeli mi, kalmalı mı? Değer mi, değmez mi? Güvenli mi, değil mi?
)

Sorular kısa sürdü. Oltaya takılmış balık gibi denizin içinde taşlara bata çıka yürümeye başladım. İlerledikçe koy ıssızlaşıyor, baraka yakınlaşıyordu. Yaklaşık dörtyüz metrelik yürüyüşün ardından zayıf ve eğri yaşlı bacaklar üzerinde, zamanda asılı kalmış gibi duran küçük barakanın önündeydim. Dışarıda kimse yoktu, içerideki sesleri dinledim. Aralarında konuşuyorlardı. Heyecanlandığım için iskelede bağlı ahşap teknenin güzelliğini farkedemedim. Öylece durdum.

Ve aniden dönmeye karar verip, gerisin geri yürümeye başladım. Henüz dört beş adım uzaklaşmıştım ki, bir kadın sesi neşeyle arkamdan seslendi:

- "Gelsene, içeri gel."

Döndüm, barakanın derme çatma ağaç basamaklarında benim hayal ikiliyle karşılaştım. Yanlarına çıktım. Hayatta görülebilecek en ışıklı sevinçle karşıladı beni Ziynet.

-"Gel içeriyi gör."
diyerek, yeni arkadaşına oyuncaklarını göstermek isteyen çocuk heyecanıyla elimden tutup içeriye aldı. Deniz üzerinde dört ahşap ayak üzerine oturan tahta kare bir zemin, naylon benzeri korumalarla kapatılmış dört duvar ve hasır çatı, içinde misafirler için kamp çadırı kurulu tek oda ile ancak bir kişinin sığdığı özenle dizilmiş çay, yiyecek raflarının bulunduğu koridor mutfak.

- "Burada mı yaşıyorsunuz" diye sorduğumda Ziynet,

- "Yok bu çadır misafirler için. Çocuklar gelince kalıyor" dedi.

Yusuf, iskelede bağlı sekiz metrelik ahşap tekneyi gösterdi.

- "Biz yaz kış teknede kalırız. 42 yıllık emektar. Eskiden onüç ayrı renk vururdum. Şimdi artık o kadar uğraşamıyorum."

Yaz kış dediği için inanamayarak uzanıp iskeledeki üstü yarı kapalı tekneye bir daha baktım.

"Adı ne ?"
dedim.

"Hüdaverdi. Babam koymuştu adını. Ekmek teknesi. Yenileri de var artık ama ben değiştirmiyorum. Baba yadigarı."
dedi Yusuf.

Yaptıkları hesaba göre Yusuf'un 63, Ziynet'in 58 yaşında olması lazımdı. Zamansız yaşadıkları için belki de, çok daha genç duruyorlardı.

- "Bu nasıl iş ?" diye sırlarını sordum.

Yusuf gülerek,

- "Tuzdan. Tuz bozmadı bizi"
dedi.

İşin sırrı belki de Yusuf'un,

-
Bizi denizin bereketi besledi. Deniz dürüst yaşamayı öğretir. Fırtınada adamı hamur gibi yuvarlar. Rezilliği de vardır, vezirliği de. Allah bana satamayacağım balığı tutturmasın. Ard niyetli insanlar değiliz, şu ölümlü dünyada Robinson hayatı yaşıyoruz" sözlerinde gizliydi.

Ziynet elektrik olmadığı için pilli radyo dinlediklerini sevine sevine anlatarak barakayı gezdirmeye 
devam etti. Tuvaleti sorarsanız, dışarıda toprağa gömülü alaturka taşın çevresi insan boyu örtüyle çevrili açıkhava usulü bir köşede. Arkadaki kapalı banyo, bidondan elle su dökme alanı. Her şey olduğu kadar düzenli ve temiz. Denizden buldukları ganimet plastik sehpa, ziyarete gelen bir gezginin bıraktığı lüks lambası, bir arkadaşlarının verdiği hasır döşeme. Hepsini yanaklarındaki sevinçle birbir gösterdi Ziynet.

Kıbrıs'tan Finike'ye göç etmiş, atadan balıkçı bir ailenin içine düşmüştüm. Tek geçim kaynakları deniz ve hayatta sadece birbirine sarılmış balıkçı bir karı koca. İki yetişkin evlat, beş torun sahibi katıksız kahramanlar. Balon balıklarının ağlara verdiği zarar dışında bir şikayeti yoktu Yusuf'un. Emekliliği de yoktu. Toplu konuttan çıkan dairenin taksidini ödüyordu parası yettikçe. Evlatlarına destek oluyordu. Yıllanmış balıkçıların aksine yüzü denizden kavrulup kat kat olmamıştı. Dinç bir bronzluktaydı.

"Sen de balık avlıyor musun ?"
diye sordum Ziynet'e.

- "Yedi yaşımdan beri balık avlarım ben"
dedi gururla. Yeşil ve mavinin karıştığı çocuk gözleriyle utanarak 45 yıllık hayat arkadaşının koltuğunun altına doğru sokuldu, başını güvenle yasladı. Gülerek,

"Ben, buna kaçtım"
dedi.

Masumluğun resmi karşımda duruyordu. 

Yusuf, kurt balıkçıların denizin dibini gören derin gözleriyle koynuna yaslanmış Ziynet'i işaret etti,

 "Saf kalplidir" dedi.

Ziynet hap kadar barakada bir kez daha kayboldu. İki eliyle göğsüne bastırdığı bir tabureyle dışarı çıktı bu kez. En sevdiği oyuncağını gösterir gibi,

- "Bak, bunu bana o yaptı" dedi heyecanla.

Göğsündeki tabure, en kıymetlisiydi.

- "Yere çömelmeden yemek yapayım diye, bunu bana yaptı" dedi tekrar.

Uzattığı dört kısa ahşap ayak üzerine çakılı iki sıra düz tahtayı, Yusuf'un Ziynet için yaptığı dünyanın en güzel taburesini gördüm. 

Belki de içinde bulunduğumuz zaman dilimine ait olmayan bir koyda, salaş bir barakanın önünde sevgiyle taşan Ziynet yüzyılları aşıp, gözlerimin önünde gökyüzüne yayılmıştı adeta.

O anda içime yıldırım düşmüş gibi oldu, çıplak gözle bakılamayacak saflıkta bir ışık sardı tüm bedenimi sanki.

Oysa sıradan, herhangi sıcak bir yaz günüydü.

Yusuf ve Ziynet ile karşılaşmamın içimde bu denli rüzgarlı kapılar açacağını bilmiyordum.  Ziynet'in şifalı sevgisiyle aşılanacağımı bilmiyordum. Beni kapısına çağıran büyülü bir barakanın önünde, bembeyaz dalgalarla yıkanacağımı bilmiyordum. Uzaklardan gelip insanın içine sızan şeffaflığın, kararlı bir şefkatle nefes alışını gördüğümde gözyaşlarımın böyle sessizce akacağını bilmiyordum.

Ziynet,

-
"Allahın işine karışılmaz kuzucum, yine gel. Bak bu kadar balık var, biz hangi birini yiyeceğiz" dedi.


Ayrılırken son anda hiçbir şey söylemeden ve yine çok sevinçle, kağıt bulamadığı için isim ve telefon numaralarını üzerine yazmam için verdiği yumurta kutusu kapağının içine bir avuç dolusu midye kabuğu ve deniz yıldızı bıraktı.

Gizli bir sır verir gibi.

İşte o an, Ziynet içime işledi.

O günden beri Ziynet'in ziynetleri masamda, taburesi kalbimde.

Nasıl yapıyor bilmiyorum ama sırrını her düşündüğümde beni ağlatıyor.

Ziynet'in göğsüne sıkı sıkı bastırdığı taburesi, kalbimde atıyor şimdi sanki.
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 
 7 Ağustos 2014 Perşembe 07:54
Bu masumiyet kurakliginda, kalbimize ne iyi geldi....Sag Ol!
 KARYALIEFE
 6 Ağustos 2014 Çarşamba 16:36
işte bu,gerçek yaşam ve sevgi işte bu
 Rauf Cengi
 6 Ağustos 2014 Çarşamba 15:53
Mukemmele yakin. Araya giren luzumsuz cumleler lezzeti kaciriyor ama yine de kaliteli ve guzel. Neden fotograf yok. Günümüzde eskinin o güzel ropörtajcilarindan eser kalmadi. Onlarin yerine egcmeye onlari yasatmaya, yesertmeye calissana kardesim. Sende kabliyet var yap onu. Kalem tutan ellerin öpülsün.
 Özgür AYGÜN ENKÜR
 6 Ağustos 2014 Çarşamba 13:32
Yazının sonunu okumadan gözlerim çoktan dolmuştu.Hayat bu kadar basit aslında zorlaştıran bizleriz.Kaleminize sağlık,özlemiştik.
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz