MENÜ
İzmir 13°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Domates soslu ayçiçekleri ve yıkım sanatı
Filiz SEZER
YAZARLAR
28 Ekim 2022 Cuma

Domates soslu ayçiçekleri ve yıkım sanatı

Monet’nin Saman Yığınları’na atılan patates püresi, Van Gogh’un canım Ay Çiçekleri’nin üzerindeki domates çorbası, Boticelli’nin İlkbaharı’na, Picasso’nun Korede Katliam’ına yapışan eller, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sının gülüşüne sürülen pasta kreması ve (şimdilik) son olarak Vermeer’in İnci Küpeli Kızı’na iliştirilmiş domates soslu bir kafa… Avrupa müzelerinin en ikonik sanat eserleri iklim aktivistlerinin tuhaf eylemlerine dekor olurken, performans sanatını aratmayan bu gösterilerin sonu gelecek gibi görünmüyor. 

Eylemciler kendilerine sahne yaptıkları bu müzelerde dünyaya iklim sorununa ilişkin farklı mesajlar veriyorlar; İtalya’da kömür santrallerinin tekrar açılmasına duyulan tepki, dünyada yakında baş gösterecek olan yiyecek sıkıntısı gibi sorunları dile getirme şekilleri pek çok kişi tarafından yanlış ve itici bulunsa da reklamın kötüsü olmaz misali dünyanın dört bir yanında gündeme yerleşmeyi başarıyorlar. 

Söz konusu tabloların camla kaplı olmaları sayesinde zarar görmediklerinin ve zaten eylemcilerin eserlerin zarar görmeyecek olduğu bilinciyle hareket ettiklerinin altını biraz daha kalınca çizelim. Zira gördüğüm kadarıyla pek çok yayında eylemcilerin birer vandal gibi gösterilmesinden hiç rahatsızlık duyulmuyor. 

İklim aktivistlerinin vermek istedikleri mesajları tartışmak değil niyetim. Yine de -hani neredeyse müze eylemlerini hoş görmüş halimle bile- söylediklerine itiraz ettiğim noktalar var. Mesela sanatın hayattan daha önemli olmadığını haykırırken sanat eserlerine gösterilen özenin dünyamızdan esirgenmesinin yanlışlığına dikkat çeken eylemcilerin konuyu pek de anlamadıklarını düşünmeden edemiyorum. Bunu söylemek için kendilerini bir parlamentoya, bir bankaya, bir termik santrale yapıştırmaları daha doğru olurdu bana kalırsa. Daha geçenlerde yazmıştım, sanat dünyası iklim sorunlarına oldukça duyarlı ve sırf bu yüzden müzayedelerde satılan pahalı tablolar artık uçakla değil gemiyle seyahat edecekler! Çuvaldız bir yana, önem derecelendirmesi yaparken sanatı hayattan ayıramayız veya en azından ben piyasalara hizmet edenin dışında hayatın içindeki sanatı inkar edemeyiz. Üstelik sanat, iklim krizini yaratan ellerin yarattığı sistemin dışına çıktığında itirazın da en güzel yolu. 

Yanında hangi mesajla servis ediliyor olursa olsun, bir sanat eserinin zarar görmüş haliyle karşılaşmak bizler için oldukça üzücü. Ancak şahitlik ettiğimiz bu tablo, yaratımla yıkım arasındaki kopmaz bağı da akıllara getiriyor. Sanatta yıkım süreçlerinin eleştirel bir dil olarak kullanılması yeni değil. Doğal veya insan eliyle hazırlanmış yıkım süreçlerine bırakılan eserler dışında bizzat yıkım sürecinin de sanatın objesi olması avangart sanat akımlarında karşımıza çıkar. Bu açıdan bakıldığında iklim aktivistlerinin gerçekte zararı olmayan eylemleri biraz daha anlaşılır duruyor. 

Sanatta yıkım terimi ile özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında kullanılmaya başlanır ve kullandığı sembolik dil ile kültürel, sosyal ve politik bir eleştiri, bir değişim talebi içerir. Yıkım/tahrip sanatı denilince Nazi soykırımından kurtulmuş olan sanatçı Gustave Metzger akla ilk gelen isimlerinden biri olur. Kendi Kendini İmha Eden Sanata ilişkin ilk manifestosunu 1959’da yazan sanatçı aktivist sanatını güncel sorunlara karşı koymanın bir yolu olarak kullanır. yıkımın toplumda normalleştirilmesine ilişkin endişelerini de yansıtır. Bir yandan kapitalist toplum yapısına karşı eleştirilerini yöneltirken diğer yandan sanat eserinin parayla ilişkisini sorgular. Ona göre sanat müze, galeri gibi kurumların hegemonyasından çıkıp özgürleşmelidir; bu da ancak sanatın meta olarak görmekten vazgeçmekle mümkün olur. Sanat eserlerinin kısa ömürlü olmaları gerektiğini düşünmesi de bu yüzdendir. 

Gustave Metzger, Asit Resim, 1961 (Tate)
Sanatçının en bilinen eserlerinden biri cam üzerine yerleştirilen naylon katmanlar yerleştirilen yüzey üzerine hidrolik asit püskürttüğü beyaz siyah ve kırmızı renklerden oluşan performansıdır. Yıkım sürecinde hidrolik asit gibi güçlü bir kimyasal kullanması “benim sanatım Hiroşima ile başladı” diyen sanatçı için şaşırtıcı değildir. Asitin yüzeyde yarattığı etki ise yaratım sürecinin yıkım ile olan bağını gösterir bize. 

1966’ya gelindiğinde Londra’da düzenlenen Sanatta İmha Sempozyomu (DIAS) farklı alanlardan pek çok sanatçının ve bilim insanının katılımıyla gerçekleşir. Toplumsal, siyasi ve psikolojik şiddet karşısında yıkımın alternatif bir araç olarak tartışılır. Ünlü “Parça Kes” isimli performansını gerçekleştirmiş Yoko Ono da katılımcılar arasındadır mesela. 

İklim aktivistlerinin yazının başında andığımız eylemleri de gezegenimizin yıkımını rahatsız edici bir şekilde bile olsa gözler önüne seriyor. Bunu bir yıkım sanatı performansı olarak değerlendirmek her şeyden önce böyle bir amaç güdülmediği için mümkün değilse de yapılanlar bana göre duvara yapıştırılan muz performansından daha kıymetli görünüyor. Umuyorum ki gerekli olan o büyük dönüşüm için daha sarsıcı yıkımların gerçekleşmesi beklenmez. 

Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar

   Bu yazı henüz yorumlanmamış...

Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz