MENÜ
İzmir 13°
Ege'de Sonsöz
PAYLAŞ 
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Facebook'ta Paylaş
Doğduğu değil, sevdiği yere, İzmir’e gömülmeyi seçmek…
Gönül Soyoğul
YAZARLAR
4 Şubat 2015 Çarşamba

Doğduğu değil, sevdiği yere, İzmir’e gömülmeyi seçmek…

İki yıl önce, Diyanet İşleri Başkanı’nın İzmir üzerine ‘irfanı eksik’ sözleriyle alevlenen İzmir/İzmirlilik tartışmaları bir nebze sakinleştikten sonra, konuşabileceğim bir sosyal psikoloji uzmanı arayışına girmiştim. Konuşabileceğimden kasıt şuydu: Ne AKP’li, ne de CHP’li gözlüğü taşıyan. Kente sosyal bilimin gözlüğü ile bakabilen, duyguları düşüncelerinin/bilgilerinin önüne geçmeyen…
Sorup soruşturduğum insanların gösterdiği tek adres, onu işaret ediyordu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden Sosyal Psikoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuri Bilgin’i…
Adında karar kıldıktan sonra telefonla ulaştım, kendimi tanıtmaya çalışırken sözümü kesti: “Biz seninle tanışıyoruz zaten Gönül. Şu an randevularımı göremiyorum, yarın ara, günü belirleyelim.”
O an hatırladım, evet tanışıyorduk. Mesleğimin ilk yıllarında üniversite/eğitim muhabirliği alanında çalışırken haftada en az bir kez haber arayışı için gittiğim Ege Üniversitesi’nde, ziyaret ettiğim pek çok öğretim üyesinden birisiydi Nuri Bilgin.
Dedikoduya hiç izin vermeyen, karşısına ancak ‘kendi dalıyla ilgili sorabileceğiniz bir soru varsa’ çıkabileceğiniz hocalardan olduğu; zamanını, ancak onun izin verdiği ölçüde ve konuda alabileceğiniz için… Sınırları onun tarafından belirlenmiş konsantre ziyaretleri, onun ‘tanışıyoruz zaten’ uyarısıyla hatırlayabilmiştim. Ciddiyetinden ürktüğümü de…
 
Ege Üniversitesi İzmir Araştırmaları Merkezi, Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin işbirliği ile 2009 Ekim’inde gerçekleştirilen “İzmirli Olmak” Sempozyumu’nun açış konuşmasını ve yüksek lisans öğrencisi Pınar Uğurlar ile birlikte sempozyumda sunduğu “İzmir ve İzmirlilere İlişkin Algı ve Temsiller” başlıklı bir bildirisini okumuş, notlarını karıştırmış… Dersime iyi çalışmış bir öğrenci gibi gidip karşısına oturmuştum Nuri Hoca’nın. Kayıt cihazını çalıştırmadan önce de zihnimdeki yüzlerce dipnottan bahsetmiş, “Ezbersiz, siyasallaşmamış, yalın cümlelere ihtiyacım(ız) olduğunu” söylemiştim.
Ne istediğimi anlamış, kafası karışık öğrencisini doğru sorulara da yöneltme becerisini/büyüklüğünü gösteren hocalar gibi, önüme birbiri ardına anlaşılabilir pencereler açmıştı.
 
İki yıl geçmesine rağmen, bu kentin ‘Nuri Bilgin’ olarak ona ne anlattığını sorduğumda yüzündeki ışığı, memnuniyeti iyi hatırlıyorum.
“Ben İç Anadolu’da yetişmiş bir insanım” diye başlamış, sürdürmüştü:
“Afyon’da, Akşehir’de ve Ankara’da büyüdüm. Benim temel kişiliğim dindar bir aile ortamında ve buralarda şekillendi… Aslında Türkiye’nin iyi/doğru temsilî örneklerinden biriyim. Sonra yurtdışına gittim ve doktora sonrası buraya geldim. Geldiğim zaman İzmir’i hiç bilmiyordum. Ama hayatımın çok büyük kısmı burada geçti. Ben İzmir’i gerçekten sevdim. Bir defa şunu gördüm: Ben gerek arkadaşlarım arasında, gerek entelektüel dünyada bazı farklılıkları olan bir insanım. Bir yabancıyla evliyim. Kamuoyunun gözü önünde olan bir insanım. Dolayısıyla potansiyel olarak baskılara hedef olabilecek türde bir insanım bazı ortamlarda... İzmir’de böyle olmadı. Bu benim için çok önemli. Demek ki İzmir benim gibi bir insanı içine alabiliyor, bana kendimi evimde hissettirebiliyor. Ben birey olarak buna bakıyorum. Burada yaşayabiliyorum, nefes alabiliyorum. Kuşkusuz çok sapkın davranışlarım yok. Mazbut bir yaşamım var… İş odaklı bir yaşam.
İnsanların arasına karışan bir insanım mesleğim gereği. İzmir’in farklı dönemlerini gördüm. Alyanak’a, Özfatura’ya, Çakmur’a oy verdiği dönemleri yaşadım. ‘İzmir iyi mi idare ediliyor kötü mü idare ediliyor?’ sorusuyla ilgili değil benim değerlendirmem… Nuri Bilgin olarak İzmir’de yaşamayı seviyorum. ‘Yaşayacağım şehri yeniden seçmek şansım olsaydı nereyi seçerdim?’ sorusuna cevabım İzmir olurdu. Bu önemli bir kontrol sorusu. İnsanlarda kentsel doyumun ölçülmesinde bu tür sorular soruluyor. Örneğin ‘şimdiye kadar kentimden beklediğim şeylerin çoğunu elde ettim mi? Bu şehirde yaşamaktan memnun muyum? Tekrar seçme imkanım olsaydı yine bu şehirde yaşamayı seçer miydim?’ gibi. Bunlara evet-hayır arasında 7 dereceli bir basamakta verdiğiniz cevaplar, sizin kentsel doyum düzeyinizi yansıtıyor. Bunu demin sözünü ettiğim Tire, Ayvalık ve Aliağa’da uygulamıştım. Orada da görmüştüm. Ben bu bakımlardan pek çok insanın İzmir’de yaşamaktan mutlu olduğuna inanıyorum. İzmir’e tepkilerin çoğu İzmirlinin pek çok kişinin imrendiği, ama kendinden emin havası nedeniyle başkalarına kendilerinin ‘lüzumlu olduğu’nu hissettirmeyen, minnet etmeyen havasından kaynaklanıyor. Farklı olması, psikolojik planda kontrol dışılığı çağrıştırıyor. Dışarıdan baktığınız zaman kontrol edilemez görülüyor. Merkezi idareler açısından kontrolü zor bir şehir. Genç Parti’ye verdiği oyu hatırlıyorsunuz… Yüzde 17… Öngörülmesi son derece zor bir şeydi... Merkezi idare ve partiler açısından bakıldığında hakikaten inanılmaz bir durum. Demek ki tepkileri çok öngörülebilen tepkiler değil. Belki de bu bağımsızlığını koruma, özerkliğini koruma tavrı İzmirlilerde. Tepkisi kendiliğinden gelişiyor. Bu siyaseten solda veya sağda olmakla ilgili bir şey değil. Bana deseler ki ‘İzmir solcu bir kent midir? ‘Evet’ veya ‘Hayır’ diyemem, ‘Sağcı mıdır?’ deseler yine ‘Evet’ veya ‘Hayır’ diyemem.. Böyle bir şey yok. İzmir’in muhafazakar olan semtleri var, muhafazakar olmayan semtleri var. Ama İzmir bu farlılıkları bir bakıma iyi entegre etmiş bir yapı gibi görünüyor.
‘Meçhul dost’ diye bir kavram kullanırım kentlerdeki insan ilişkilerini ifade etmek için. Milgram’ın bir kavramı. Kim olduklarını bilmediğimiz, ama tanıdık bulduğumuz insanları belirtir bu kavram. İzmir’de yaşayan insanlar bana tanıdık geliyor. Baktığım zaman aşina olduğum yüzler görüyorum. İster Doğu’dan gelsin ister Batı’dan gelsin fark etmiyor; kim olursa olsun buradaki insanlar bana aşina geliyor. Bakışlarında, duruşlarında böyle bir şey var. İzmir’i seviyorum, bu açıdan da seviyorum. Üstelikte başlangıçta içinde yetişmediğim bir kent bu; kolay değil İç Anadolu kültürüyle gelen birisi için.”
 
‘İzmirli olmak sempozyumunda’ söylediği ‘İzmir beni evcilleştirdi ben İzmir’i evcilleştirdim’’ sözünü hatırlatmıştım bu noktada; “Aynen öyle” demiş, ardından da açıklık kazandırmıştı:.
“Bununla insan-mekan etkileşimine işaret etmek istemiştim; ancak İzmir’in beni evcilleştirmesi ile benim onu evcilleştirmem aynı düzlemde değil. İlki benim İzmir’e uyumumla ilgili, ikincisi ise benim onu zihnen ve duygusal olarak benimsememi, ona güvenle bakmamı belirtiyor. Güven konusunda Körfez’in yapısının önemine işaret etmiştim; bu fikir biraz da İlhan Tekeli’nin bana ilham ettiği bir şey. Şehrin körfez etrafında bir çanak şeklinde konumlanışı, güven duygusunu artıran bir faktör. Okyanus kenarında yer alan şehirlerin önlerinde belirsiz bir alan var. Belirsizlik daima tehdit algısını artırır. Bu sadece oralarda da değil, büyük çöllerin kenarlarında yaşayan kasabalarda da görülmüştür… ‘Ötede ne var?’, ötesi bilinmeyen şeyler alanı. Buralarda bilinmeyenden, belirsizden duyulan bir korku hakimdir. Körfezin bir yakasından baktığınızda karşıda olan bellidir. Kapalı bir form vardır. Kapalı formlar daha güven vericidir. Ve bu kapalılığı da İzmir’in çok büyük kısmı durduğu yerden görebilmektedir.
 
Hepimizin bulunduğu noktadan İzmir’de eksik bulduğu her neyse, Nuri Bilgin’in cephesinden bu eksiklik, İzmirlinin ‘fazla rahat’ olmasıydı.
“Bu kadar rahat olmamalı diyorum. Çünkü entelektüel yaşamın canlılığında İzmir’in bir eksikliği var. Şöyle bir araştırma var. Tarih boyunca büyük adamların, sanatçıların, bilim adamlarının, mucitlerin eserlerini ortaya koyduğu yıllar işaretleniyor ve aynı periyotta savaşların tarihleri işaretlenip karşılıklılık olup olmadığına bakılıyor. Araştırma M.Ö. 700 yılı ile M.S. 1840 yılları arasında yaşamış 5000 yaratıcı insanı kapsıyor. Görülüyor ki, yenilik ve buluşların tarihi, savaşların tarihleriyle örtüşmüyor. Savaşlar ve keskin çatışmalar yeniliğe uygun değil, ama rehavet de öyle. Yaratıcılık, kriz havalarında daha belirgin bir hal alıyor. Yaratıcılık için tamamen rahatlık da uygun değil. Dozunda adrenalin… Bu açıdan baktığımızda İzmir’in rahatlığı bir dezavantaj entelektüel planda.”
 
İzmir’in bu rahatlığını, bir başka sorumda da şöyle açmıştı Bilgin:
“Bence aksine İzmirliler daha çok özgüvenli. Yaşam güvenleri açısından söylüyorum. Konjonktürü düşünmeden 20, 30, 40 yıllık bir periyodu alırsanız, İzmir daha güvenli bir kent olarak görünüyor. İnsanlar tehdit altındayken büzülürler, masraflarını kısarlar ve harcamalarında minimumda kalırlar. İzmirlinin yaşam tarzına bakın, hedonist bir toplum. Liberal teorisyenlerin ortaya attığı bir kavramdır hedonizm. İnsanı, doyumunu arayan bir varlık olarak görürler. İzmirlilerin yaşam tarzını düşünün, her yıl üç ay yazlıklarına giden bir ana grup var, yaz tatilinde memleketine giden de var elbette; ama en azından İzmir’in üst tabakası, sürekli Çeşme yarımadası ile İzmir arasında mekik dokuyan bir kesim görünümünde. Bunlar Çeşme’de kültür veya sanat mı tüketiyor? Hayır, haz odaklı yaşıyor. Bir toplum ne kadar hedonist ise o kadar az normatiftir, o kadar az baskıcıdır; çünkü eğlence, prototip olarak norma uyan bir etkinlik değildir. Bütün karnavallar, bayramlar, kolektif coşku ve eğlenceler insanların normun dışına çıktığı yaşam anlarıdır. Belki de böyle olması daha iyi…
Nuri Çolakoğlu’nun İzmir Kültür Çalıştayı’nda söylediği ve benim de zaman zaman düşündüğüm bir husus vardı: Çeşme Yarımadası olmasaydı İzmir’in kültür sanat hayatı daha farklı bir yönde gelişirdi… Çünkü İzmir’in kültürel tüketim potansiyeline sahip kesimi üç ay boyunca yarımadaya taşınıyor; tüketim ve gösteri dünyasına gömülüyor. Aynı dönemde denizi olmayan bir kent veya toplum düşünelim; bunların insanları nasıl geçirecekti bu boş zamanları? Tiyatroya, sinemaya veya operaya, panellere veya açık oturumlara daha fazla gidecekti, daha çok entelektüel etkinlik olacaktı. İzmir çok fazla hedonist odaklı ve bu da yukarıdaki analizim çerçevesinde İzmirliyi anti-demokratik bir değerler sisteminden uzaklaştıran, tercih ve zevk odaklı bir yola sevk eden bir başka faktör…
(…) Hedonizmin zıddında, olabildiğince masrafların kısılıp kemerlerin sıkıldığı bir yaşam tarzı var… Bu püriten yaşam tarzı ahlakçı ve dolayısıyla yargılayıcı bir bakış içeriyor... Püriten olanların sosyal kontrol eğilimi daha fazladır, en azından hedonistlerden daha fazladır…
Tüm bunları bir araya getirip bakarsak İzmirliye yüklenen antidemokratik atıflar dayanaksızdır. Tekrarlayalım; sosyal kontrolü, yani mahalle baskısını mümkün kılan faktörler bakımından İzmir pek çok kente göre farklılık arz ediyor: Normların belirgin olmaması ve hakikat adına vazedilmemesi, diğer kültürlerle temas, tehdit algısının zayıflığı ve hedonist eğilimler İzmirliyi, kim ne derse desin, aralarında yaşamanın en rahat olduğu şehirlerden biri haline getiriyor.”
 
Neredeyse sayısını unuttuğum ‘İzmir röportajları’ dizisine ve bana, kesinlikle çok artı katan isimlerden biri olmuştu Prof. Dr. Nuri Bilgin.
Feyz aldığım bir söyleşiydi; geri dönüşlerini düşününce, okuyanlarda da benzer etkiyi yapmıştı.
O söyleşinin girişine “Oysa tartışmak… Haşmet Babaoğlu’nun bir süre önce Sabah’ta yazdığı gibi, ‘Anlamak ve anlaşmanın yolu değildir. Olamaz. Çünkü anlamak sakin kafaya muhtaçtır. Laf kalabalığını, iddiaya tutuşmayı, inatlaşmayı sevmez. Şöyle bir durup çevreye ve dünyaya bakmayı; çoğu zaman da oturup yeni baştan öğrenmeyi gerektirir. Cesaret ister bir de… Öyle ya, bazı şeyleri anlamaya başlayınca, alışkanlıklarımız alt üst olacak ve belki de doğru bildiğimiz ne varsa, yeniden tanımlanacaktır. Konforlu bir şey değildir anlamaya çalışmak! Rahatsızlığı hatta acı çekmeyi göze almalıdır’ diye yazmıştım.
Bugün onun İletişim’deki öğrencilerinden birinden öğreniyorum ki, öğrencilerine ilk derste ve sonrasında sık sık ‘eğitim acı çekmektir, bunu hiç aklınızdan çıkarmayın’ dermiş Bilgin de…
İyi bir eğitimci olduğunu, öğrencilerine ‘acı çekme’ yolunda ışık tuttuğunu bildiğimiz Nuri Hoca’yı Perşembe günü son yolculuğuna uğurluyoruz. 67 yıl önce doğduğu, bir süre önce annesini toprağa verdiği Afyon’a değil, Urla’nın Kuşçular Köyü’ne…
“Yaşayacağım şehri yeniden seçme şansım olsaydı nereyi seçerdim sorusuna cevabım İzmir olurdu” diyen Nuri Bilgin’in son istirahatgahı da İzmir… Kuşçular’a giderken önünden her geçişimde bana ölümün huzur olduğunu düşündürten o köy mezarlığı olacak…
Yetiştirdiği her ışık, ışığı olsun, nurla aydınlatsın onu…

O RÖPORTAJI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ...
 
Yorum Ekle
Yorumunuz gönderildi
Yorumunuz editör incelemesinden sonra yayınlanacaktır
Yorumlar
 Işık Dikicigil
 5 Şubat 2015 Perşembe 09:04
ŞİMDİ, BU RAHATLIK SAYESİNDE KAFAYA FAZLA ŞEY TAKMAYIP, İZMİR İSTERSE KÖY KALSIN. YETER Kİ.. YAŞAM TARZIMIZA KARIŞILMASIN DÜŞÜNCESİ. HEDONİZM İ YAKALAMAKTIR.. HOCANIN SÖYLEDİKLERİ ÇOK DOĞRU.. KÖYDE YAŞAMAK HELE DENİZE YAKIN BİR KÖYDE. BİR ANKET YAPSALAR KİM İSTEMEZ.. ALLAH RAHMET EYLESİN..
 Mustafa Y
 5 Şubat 2015 Perşembe 00:34
değerli hocamız, aynı zamanda ünlü yazar elif şafak ın babasıdır.
 İzmir'li (O.T)
 4 Şubat 2015 Çarşamba 22:08
Hedonist yanım son yıllarda iyice törpülendi. RTE'nin sesini duymadığım günleri Çeşme'ye tercih eder oldum... Ve yazarımızın çok beğendiğim son cümlesini izninizle tekrar ediyorum. Hoca'nın yetiştirdiği her ışık, ışığı olsun, nurla aydınlatsın O'nu.
 Mustafa Y
 4 Şubat 2015 Çarşamba 19:47
öğle görülüyorki, yazarın bir önceki "izmirin psikolojisi bozuk" yazısının ,bu yazıdaki merhum sosyologun açıklamalarından sonra pek doğru olmadığı anlaşılıyor.izmirin "hedonizmi" herkezi biryerinden yakalıyor, hele izmirde doğan 2.nesil...
Yazarın Diğer Yazıları
Sayfa başına gitSayfa başına git
Masaüstü Görünümü  ♦   İletişim  ♦   Künye
Copyright © 2024 Ege'de Sonsöz